5 Ekim 2010 Salı
çevre nedir?
1.1. ÇEVRE NEDİR?
Çevre nedir? Bu soruyu çok farklı şekilde cevaplamak mümkün. Bu yüzden gündelik hayatta çeşitli çevre tanımlarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin çevreyi, içinde yaşadığımız, ilişkide bulunduğumuz yakın muhitimiz olarak tanımlayabiliriz; evimiz, çalışma ortamımız, sokağımız ve mahallemiz çevre kavramı içine girer. Biraz daha ufkumuzu genişlettiğimizde yaşadığımız şehir, ülke ve bölgenin de bu çevre kavramının içine girdiğini goruyoruz. İletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte dünyanın küresel bir köye dönüştüğü günümüzde çevrenin sınırları artık gezegenimizi kapsayacak şekilde genişlemiştir. Genelolarak çevreyi, canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bu lundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürelortam olarak tanımlayabiliriz.
Tüm canlılar, dünya yüzeyindeki çok ince bir tabaka içinde, biyosferde hayatlarını sürdürürler. Biyosfer içınde hiç bir canlı tek başına, tecrit edilmiş halde bulınmaz. Canllar fizıksel ve Kimyasal koşulların oluşturduğu bir ortamda birbirleriyle sürekli ilişki halinde bulunurlar. Canlılar bulunduğu yerdeki bu fiziksel ve kimyasal koşul ar ve diğer canlılar o canlının çevresini oluşturur. Dolayısıyla, her organizmanın çevresini canlı ve cansız çevre olarak ikiye ayırmak mümkündür.
Canlıyla aynı fiziksel ve kimyasal alanı paylaşan ve canlıyı doğrudan dogruya ya da dolaylı olarak etkileyen tüm dığer canlılar, canlı çevreyi oluşturmaktadır. Örneğin, bir akarsuda yaşayan bır balığın canlı çevresinı diğer balıklar, sudaki bitki türleri, diğer hayvan türleri, mikroorganizmalar ve de o akarsuda avlanan balıkçı oluşturmaktadır
Canlıların cansız çevresini, o canlının içinde ya da üzerinde yaşadığı maddi ortam oluşturur. Hava koşulları, toprak ve suyun fiziksel-kimyasal özellikleri, güneş ışığının mevsimsel değişimi cansız çevreyi oluşturan koşullar arasında yer alır.
Canlı ile cansız çevre arasındaki ilişkiler çok çeşitlidir. Bitkiler büyüyebilmek için ortamdan nitrat, fosfat gibi besin minerallerini alırlar; canlılar sanayiI atıklarından zehirlenirler, kuraklık durumunda ölebilirler. Canlılar cansız çevrelerinden etkilenmekle kalmazlar, kendi varlıklarıyla cansız çevrelerini de etkilerler. Örneğin, baklagil familyasına ait bitkiler, üzerinde büyüdükleri toprağın kimyasal yapısını etkileyip içindeki azot miktarını artırırlar. Yersolucanları toprağı yutarak, sindirim sistemlerinde ufalarlar, toprağın havalanmasını sağlarlar, aynı zamanda toprağa kalsiyum karbonat ekleyerek toprağı zenginleştirirler. Bir başka örnek vermek gerekirse, bir bölgede bitki örtüsü değişince, cansız çevre koşullarının da değiştiği görülmektedir. Bitki örtüsü azaldıkça, yağış azalır, erozyon başlar, sonunda toprağın niteliği değişir ve verimi düşer.
Biyosfer, güneş enerjisiyle işleyen büyük bir makineye benzetilebilir. Bu makinenin tüm canlılar için önemli başlıca parçaları, karbon, fos for, azot, su ve oksijen döngüleridir. Bu döngüleri yürüten güç ise güneş enerjisidir.
Doğada maddeler, canlılar ile cansız çevre arasında alınıp verilirler. Maddelerin ekosistem içinde bu dolaşımına ekolojik döngüler veya çevrimler denmektedir. Biyolojik, kimyasal ve jeolojik faktörleri içermeleri nedeniyle aynı zamanda bu döngülere biyojeokimyasal döngüler de denilmektedir. Ekosfer veya biyosfer adı verilen canlı yerkürenin içindeki tüm maddeler sürekli olarak devirler yaparlar ve canlılar tarafından yeniden kullanılırlar. Doğada hiçbir madde kaybolmaz. Ancak, değişik kimyasal biçimler halinde yer değiştirir. Yaşam için gerekli tüm maddelerin ekosferde belirli birer deposu vardır.
Ekosferdeki tüm kimyasal maddeleri, canlılara gereklilikleri açısından dört sınıfa ayırmak mümkündür:
•Yaşam için önemli miktarlarda gerekli maddeler. Bunlar canlı dokuları oluşturan başlıca maddelerdir; karbon, hidrojen, ok sijen, azot, potasyum, kalsiyum, magnez yum, kükürt ve fosfor.
•Yaşam için az miktarda gerekli maddeler. Bu elementler ve bileşikleri, canlı dokular da önemli miktarlarda bulunmamakla birlikte, biyokimyasal rolleri açısından gereklidirler. Örneğin bazı vitamin ve enzimlerin çatısını oluştururlar. Bunların arasında de mir, magnezyum, bakır, çinko, bor, sodyum, molibden, klor, vanadyum ve kobalt sayılabilir.
•Yaşam için gerekli olmayan, fakat doğal olarak çevrede bulunan maddeler. Bu ele mentler ve bileşiklerinin bilinen biyolojik rolleri yoktur. Altın ve cıva bu maddelere örnek olarak verilebilir. Bu elementlerin bazıları ekolojik döngülere girip çıkarlar ama yüksek konsantrasyonlara ulaşma dıkça biyolojik sistemleri etkilemezler.
•Yaşam için gerekli olmayan sentetik (insan yapımı) maddeler. Bunların arasında tarım ilaçları, PCB gibi plastik sanayi ürünleri, radyoaktif stronsiyum(Sr-90) gibi nükleer reaksiyon yan ürünleri vardır. Canlı sistemler bu maddelerin çevrede bulunmalarına alışık değillerdir. Dolayısıyla, canlıların da bu maddeleri ayrıştırma, zararsız hale getirme yöntemleri gelişmemiştir. Canlıların dokularına girip orada biriken bu maddeLerin büyük zararlara yol açtıkları bilinmektedir.
Yaşam için gerekli maddelerden bazıları, örneğin karbon, hidrojen ve oksijen taşküre ve atmosferde bol miktarda bulunur. Bazı eser elementler de biyolojik sistemlere gereğinden çok daha fazla miktarlarda bulunmaktadır. Örneğin, taşkürede en bol bulunan elementlerden demirin, biyolojik sistemlerdeki başlıca rolü, kandaki oksijen taşıyıcı hemoglobin molekülünün yapısını oluşturmaktır. Bu görev için de az miktarda demir yeterli olmaktadır.
Doğada rastladığımız pek çok kirlenme örnekleri ekolojik döngüLerin bozulmasıyla ilişkilidir. Örneğin, kükürt dioksitin yol açtığı hava kirlenmesi ve asit yağmuru sorunları; fosil yakıt kullanımının ve madencilik faaliyetlerinin sülfür döngüsünü değiştirmesiyle ilişkilidir. Azot ve fosfor döngülerinin insan eliyle bozulması, başlıca su kirlenmesi sorunlarından biri olan ötrofikasyona yol açar. Sanayi faaliyetlerinden ortaya çıkan çeşitli yapay maddeLer, ekolojik döngüler yoluyla ekosistemde dolaşıma başlamakta ve bu sırada canlıları çeşitli yollardan etkilemektedir. Bu olgunun örnekleri arasında radyo aktif maddeler ve tarım ilaçları sayılabilir.
Çevre sağlığı ekosistem sağlığından ayrı tutulamaz. Çevreye atılan insan yapımı maddeler ekosistemLerin doğal durumlarından sapmalarına yol açmakta ve er geç insan sağlığının olumsuz şekilde etkilenmesine neden olmaktadırlar.
Deniz, akarsu ve gölLerde en belirgin kirlenme çeşitlerinden biri, aşırı üretim anlamına gelen ötrofikasyondur. Ötrofikasyon suyun yeşil ve bulanık bir renge dönüşmesine, kıyılarda yosunların (alglerin) birikmesine yol açar. Aşırı ötrafikasyon durumunda çok büyük miktarda yosun üremesi ve bu yosunların dibe çöküp ayrışması sonucu, dip sularında oksijen tükenir ve hidrojen sülfit gazı (çürük yumurta kokusu) ortaya çıkar.
Akarsularda ve çoğu denizlerde sular sürekli karıştığı için ötrofikasyon olayı genellikle hidrojen sülfit gazının çıkmasıyla sonuçlanmaz. Ancak, yarı kapalı ve özel yapısı nedeniyle suların fazla karışmadığı denizlerde, önemli kanalizasyon girdisi olan çoğu haliç, körfez ve göllerde ötrofikasyon, bu alanlarda su ürünleri, turizm, eğlence ve dinlence değerlerinin yitirilmesiyle sonuçlanan önemli bir sorun şeklinde ortaya çıkar.
Canlıların kendi aralarındaki ve fiziksel ortamlarıyla olan ilişkileri ne yazık ki günümüzde artan nüfus, sanayileşme ve şehirleşmeye bağlı olarak olumsuz yönde etkilenmektedir. Tüm canlılar arasında yaşadığı ortamı, çevreyi en çok ve olumsuz yönde etkileyen insandır. Bitki örtüsünün tahrip edilmesi, su kaynaklarının kirletilmesi, küresel ısınma gibi çevre sorunları hep insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkıyor. Dolayısıyla canlı-cansız çevrenin çok hızlı ve düzensiz bir şekilde değişmesinin sorumluluğu açıkçası insanların omuzlarındadır.
Çevre nedir? Bu soruyu çok farklı şekilde cevaplamak mümkün. Bu yüzden gündelik hayatta çeşitli çevre tanımlarıyla karşılaşıyoruz. Örneğin çevreyi, içinde yaşadığımız, ilişkide bulunduğumuz yakın muhitimiz olarak tanımlayabiliriz; evimiz, çalışma ortamımız, sokağımız ve mahallemiz çevre kavramı içine girer. Biraz daha ufkumuzu genişlettiğimizde yaşadığımız şehir, ülke ve bölgenin de bu çevre kavramının içine girdiğini goruyoruz. İletişim ve ulaşım teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte dünyanın küresel bir köye dönüştüğü günümüzde çevrenin sınırları artık gezegenimizi kapsayacak şekilde genişlemiştir. Genelolarak çevreyi, canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bu lundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürelortam olarak tanımlayabiliriz.
Tüm canlılar, dünya yüzeyindeki çok ince bir tabaka içinde, biyosferde hayatlarını sürdürürler. Biyosfer içınde hiç bir canlı tek başına, tecrit edilmiş halde bulınmaz. Canllar fizıksel ve Kimyasal koşulların oluşturduğu bir ortamda birbirleriyle sürekli ilişki halinde bulunurlar. Canlılar bulunduğu yerdeki bu fiziksel ve kimyasal koşul ar ve diğer canlılar o canlının çevresini oluşturur. Dolayısıyla, her organizmanın çevresini canlı ve cansız çevre olarak ikiye ayırmak mümkündür.
Canlıyla aynı fiziksel ve kimyasal alanı paylaşan ve canlıyı doğrudan dogruya ya da dolaylı olarak etkileyen tüm dığer canlılar, canlı çevreyi oluşturmaktadır. Örneğin, bir akarsuda yaşayan bır balığın canlı çevresinı diğer balıklar, sudaki bitki türleri, diğer hayvan türleri, mikroorganizmalar ve de o akarsuda avlanan balıkçı oluşturmaktadır
Canlıların cansız çevresini, o canlının içinde ya da üzerinde yaşadığı maddi ortam oluşturur. Hava koşulları, toprak ve suyun fiziksel-kimyasal özellikleri, güneş ışığının mevsimsel değişimi cansız çevreyi oluşturan koşullar arasında yer alır.
Canlı ile cansız çevre arasındaki ilişkiler çok çeşitlidir. Bitkiler büyüyebilmek için ortamdan nitrat, fosfat gibi besin minerallerini alırlar; canlılar sanayiI atıklarından zehirlenirler, kuraklık durumunda ölebilirler. Canlılar cansız çevrelerinden etkilenmekle kalmazlar, kendi varlıklarıyla cansız çevrelerini de etkilerler. Örneğin, baklagil familyasına ait bitkiler, üzerinde büyüdükleri toprağın kimyasal yapısını etkileyip içindeki azot miktarını artırırlar. Yersolucanları toprağı yutarak, sindirim sistemlerinde ufalarlar, toprağın havalanmasını sağlarlar, aynı zamanda toprağa kalsiyum karbonat ekleyerek toprağı zenginleştirirler. Bir başka örnek vermek gerekirse, bir bölgede bitki örtüsü değişince, cansız çevre koşullarının da değiştiği görülmektedir. Bitki örtüsü azaldıkça, yağış azalır, erozyon başlar, sonunda toprağın niteliği değişir ve verimi düşer.
Biyosfer, güneş enerjisiyle işleyen büyük bir makineye benzetilebilir. Bu makinenin tüm canlılar için önemli başlıca parçaları, karbon, fos for, azot, su ve oksijen döngüleridir. Bu döngüleri yürüten güç ise güneş enerjisidir.
Doğada maddeler, canlılar ile cansız çevre arasında alınıp verilirler. Maddelerin ekosistem içinde bu dolaşımına ekolojik döngüler veya çevrimler denmektedir. Biyolojik, kimyasal ve jeolojik faktörleri içermeleri nedeniyle aynı zamanda bu döngülere biyojeokimyasal döngüler de denilmektedir. Ekosfer veya biyosfer adı verilen canlı yerkürenin içindeki tüm maddeler sürekli olarak devirler yaparlar ve canlılar tarafından yeniden kullanılırlar. Doğada hiçbir madde kaybolmaz. Ancak, değişik kimyasal biçimler halinde yer değiştirir. Yaşam için gerekli tüm maddelerin ekosferde belirli birer deposu vardır.
Ekosferdeki tüm kimyasal maddeleri, canlılara gereklilikleri açısından dört sınıfa ayırmak mümkündür:
•Yaşam için önemli miktarlarda gerekli maddeler. Bunlar canlı dokuları oluşturan başlıca maddelerdir; karbon, hidrojen, ok sijen, azot, potasyum, kalsiyum, magnez yum, kükürt ve fosfor.
•Yaşam için az miktarda gerekli maddeler. Bu elementler ve bileşikleri, canlı dokular da önemli miktarlarda bulunmamakla birlikte, biyokimyasal rolleri açısından gereklidirler. Örneğin bazı vitamin ve enzimlerin çatısını oluştururlar. Bunların arasında de mir, magnezyum, bakır, çinko, bor, sodyum, molibden, klor, vanadyum ve kobalt sayılabilir.
•Yaşam için gerekli olmayan, fakat doğal olarak çevrede bulunan maddeler. Bu ele mentler ve bileşiklerinin bilinen biyolojik rolleri yoktur. Altın ve cıva bu maddelere örnek olarak verilebilir. Bu elementlerin bazıları ekolojik döngülere girip çıkarlar ama yüksek konsantrasyonlara ulaşma dıkça biyolojik sistemleri etkilemezler.
•Yaşam için gerekli olmayan sentetik (insan yapımı) maddeler. Bunların arasında tarım ilaçları, PCB gibi plastik sanayi ürünleri, radyoaktif stronsiyum(Sr-90) gibi nükleer reaksiyon yan ürünleri vardır. Canlı sistemler bu maddelerin çevrede bulunmalarına alışık değillerdir. Dolayısıyla, canlıların da bu maddeleri ayrıştırma, zararsız hale getirme yöntemleri gelişmemiştir. Canlıların dokularına girip orada biriken bu maddeLerin büyük zararlara yol açtıkları bilinmektedir.
Yaşam için gerekli maddelerden bazıları, örneğin karbon, hidrojen ve oksijen taşküre ve atmosferde bol miktarda bulunur. Bazı eser elementler de biyolojik sistemlere gereğinden çok daha fazla miktarlarda bulunmaktadır. Örneğin, taşkürede en bol bulunan elementlerden demirin, biyolojik sistemlerdeki başlıca rolü, kandaki oksijen taşıyıcı hemoglobin molekülünün yapısını oluşturmaktır. Bu görev için de az miktarda demir yeterli olmaktadır.
Doğada rastladığımız pek çok kirlenme örnekleri ekolojik döngüLerin bozulmasıyla ilişkilidir. Örneğin, kükürt dioksitin yol açtığı hava kirlenmesi ve asit yağmuru sorunları; fosil yakıt kullanımının ve madencilik faaliyetlerinin sülfür döngüsünü değiştirmesiyle ilişkilidir. Azot ve fosfor döngülerinin insan eliyle bozulması, başlıca su kirlenmesi sorunlarından biri olan ötrofikasyona yol açar. Sanayi faaliyetlerinden ortaya çıkan çeşitli yapay maddeLer, ekolojik döngüler yoluyla ekosistemde dolaşıma başlamakta ve bu sırada canlıları çeşitli yollardan etkilemektedir. Bu olgunun örnekleri arasında radyo aktif maddeler ve tarım ilaçları sayılabilir.
Çevre sağlığı ekosistem sağlığından ayrı tutulamaz. Çevreye atılan insan yapımı maddeler ekosistemLerin doğal durumlarından sapmalarına yol açmakta ve er geç insan sağlığının olumsuz şekilde etkilenmesine neden olmaktadırlar.
Deniz, akarsu ve gölLerde en belirgin kirlenme çeşitlerinden biri, aşırı üretim anlamına gelen ötrofikasyondur. Ötrofikasyon suyun yeşil ve bulanık bir renge dönüşmesine, kıyılarda yosunların (alglerin) birikmesine yol açar. Aşırı ötrafikasyon durumunda çok büyük miktarda yosun üremesi ve bu yosunların dibe çöküp ayrışması sonucu, dip sularında oksijen tükenir ve hidrojen sülfit gazı (çürük yumurta kokusu) ortaya çıkar.
Akarsularda ve çoğu denizlerde sular sürekli karıştığı için ötrofikasyon olayı genellikle hidrojen sülfit gazının çıkmasıyla sonuçlanmaz. Ancak, yarı kapalı ve özel yapısı nedeniyle suların fazla karışmadığı denizlerde, önemli kanalizasyon girdisi olan çoğu haliç, körfez ve göllerde ötrofikasyon, bu alanlarda su ürünleri, turizm, eğlence ve dinlence değerlerinin yitirilmesiyle sonuçlanan önemli bir sorun şeklinde ortaya çıkar.
Canlıların kendi aralarındaki ve fiziksel ortamlarıyla olan ilişkileri ne yazık ki günümüzde artan nüfus, sanayileşme ve şehirleşmeye bağlı olarak olumsuz yönde etkilenmektedir. Tüm canlılar arasında yaşadığı ortamı, çevreyi en çok ve olumsuz yönde etkileyen insandır. Bitki örtüsünün tahrip edilmesi, su kaynaklarının kirletilmesi, küresel ısınma gibi çevre sorunları hep insan faaliyetleri sonucunda ortaya çıkıyor. Dolayısıyla canlı-cansız çevrenin çok hızlı ve düzensiz bir şekilde değişmesinin sorumluluğu açıkçası insanların omuzlarındadır.
25 Ağustos 2010 Çarşamba
19 Ağustos 2010 Perşembe
10 Ağustos 2010 Salı
Filistin Dramı/ Kadir Mısıroglu
Siyonistlerin lideri Teodar Hertzel, II. Abdulhamid'e Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödemek karşılığında Filistin'de kendilerine toprak verilmesini teklif etti. Sultan Abdulhamid Han siyonistlerin teklifini şiddetle geri çevirdiiği gibi, Filistin'de geniş mülkler satın aldı.
Filistin'de bir Yahudi devleti kurma fikri 19. yüzyılda müşahhas hale geldi. 19. asra gelindiğinde Yahudiler batıda müthiş bir güç olmuşlardı. İktisâdi ve siyâsi hayata hâkimdiler. Eskiden memur olamayan Yahudiler, artık politikacı ve subay bile olabiliyorlardı. Fransa'daki meşhur Dreyfus meselesi bunun tipik bir misâlidir. 19. asır nihâyete ererken Viyana'da "Nueie Presse" (yeni basım) adıyla bir gazete yayınlanmakta idi. Bunun Paris muhabiri olan Theodor Hertzel, gazetecilik mesleğinden istifâde ederek, batıdaki nüfûzlu Yahudi âilelerin durumunu inceden inceye tedkik etti.
Abdulhamid'i kandıramadılar
Muvaffakiyetin üç şartı
Bunun neticesinde, Yahudilerin Filistin'e dönmek için kuvvet ve kudretlerinin kâfi olduğuna inandı. Bunun için önce fikri yaymak gerekiyordu. "Der Juden Statt" yâni "Yahudi Devleti" ismiyle, Almanca bir kitap yayınladı. Böyle bir dâvâda muvaffakiyetin üç rüknü olması lâzım geldiğini bilebilecek bir kimseydi. Bu üç rükün (esas) şöyle sıralanabilir: 1. Fikir, 2. Kadro, 3. Para. Teodor Hertzel, fikirlerini duyurmak için 1882 yılında İsviçre'nin Basel şehrinde bir Yahudi Kongresi topladı. Bu, Yahudilerin Filistin'e dönme hareketini ifâde eden siyonizmin ilk kongresidir. Hertzel de bu hareketin babası ve İsrâil devletinin kurucusu kabûl edilmektedir.
Yahudi işadamlarına kanca
Basel kongresine bâzı Yahudi münevverlerinin katılmasına mukâbil, hiçbir Yahudi zengininin iltifat etmemiş olmasına dikkat eden Teodor Hertzel, bunu temin için bir plân düşündü. Herhangi bir Yahudi zenginini bulunduğu yerde emniyette olmadığı yolunda iknâ ederek Yahudi devleti için destekçi kılmak gerektiğini düşündü.
Bunun için o gün dünyânın da Yahudilerin de en zengin olan Rochild âilesini seçti. Kendi tespitlerine göre Rochild âilesinin yapmış olduğu bâzı kânunsuz işlerin bir kısmını Münih'te bir gazetede yayınlattı. Sonra bu gazete kupürlerini alarak Rochild'in merkezi olan Frankfurt'a geldi. Bunları Rochild'e göstererek, Almanların onun ticâretindeki istismarları öğrendikleri taktirde kendisini mahvedeceklerini söyledi. Rochild, buna ehemmiyet vermez görünerek, gerekirse Arjantin'e nakledebileceğini söyledi. Çünkü onun Arjantin'de çiftlikleri vardı.
Filistin'e karşılık Osmanlı borçları
Teodor Hertzel, Rochild'e, Yahudilerin fakirlerini o çiftliklerde çalışmak üzere Arjantin'e taşımakta olmasından dolayı da kızıyordu. Çünkü o günün şartlarında Arjantin'den Filistin'e dönmek, Avrupa'dan dönmekten daha güçtü. Teodor Hertzel, Arjantin hükümetinin herhangi bir talep vukuunda kendisini Almanya'ya iâde edeceğini ama dünyada bir Yahudi devleti olsa orada emniyet içinde yaşayabileceğini anlatarak onu iknâ etti. Peki ama bu nasıl olacaktı? Hertzel, plânını şöyle anlattı:
"-Osmanlı Devleti'nin pek çok dış borcu vardır. Sen ise dünyânın en zengini olan bir yahudisin. Ben senin nâmına İstanbul'a gidersem, pâdişah bir yatırım yapacağım düşüncesiyle beni kabûl eder, ben de ondan dış borçlarını ödemek mukâbilinde isteyen Yahudi'nin gidip Filistin'e yerleşme müsâadesini koparabilirim" dedi.
Bu esas üzerinde anlaştılar. Teodor Hertzel, bu maksatla iki defa İstanbul'a geldi ve Sultan Abdülhamid Han ile görüştü. Binnet'ce emeline muvaffak olamadı. Zirâ o büyük hükümdar:
"-Ecdâdımın kan dökerek aldığı toprakları benden para mukâbili satmamı mı bekliyorsunuz?!" diyerek bu Yahudi ideoloğunu huzurundan kovdu.
Araplara toprak karşılığı bol para
Bu hâdise üzerine Sultan Abdülhamid Hân'ı bertaraf etmedikçe emellerine muvaffak olamayacaklarını anlayan Yahudiler, o mübârek şahsiyet için dâhil ve hâriçte bir karalama kampanyası başlattılar. Harc-ı âlem olan "Kızıl Sultan" lâkâbı, Ermeniler'e mâl edilirse de aslında bir Yahudi icâdıdır. Esâsen, Rus tahrikiyle daha evvel harekete geçmiş olan Ermeniler, bu târihten itibâren propaganda ve silâh temini husûsunda Yahudilerden büyük ölçüde destek görmüşlerdir. Viyana'da imâl edilmiş olan bir saltanat arabasına saatli bir bomba yerleştirerek onun aylar sonra Yıldız Câmi-i Şerifi ile Yıldız Sarayı arasındaki kısacık mesâfede patlayabilmesinin dakik hesâbını yapan da Yahudilerdir. Ancak böylece Ermeni kıpırdanışına destek vermekle iktifâ etmeyecek olan Yahudiler, ondan daha ehemmiyetli olarak iki çâreye başvurdular:
1) Filistin'de birtakım Arapları menfaatlendirerek satın aldılar ve onlar vâsıtası ile arsa ofisleri kurdular. İsteyen herkesin yerini bedelini peşin ve kat kat fazlasıyla ödeyerek satın almaya hazır bulunduklarına dâir, ilânlar dağıttılar. Alıcılar Arap göründüğü için, buradaki hileyi kimse sezmedi. Araplar, arsalarını satmak için kuyrukta birbirleriyle kavga ediyorlardı. Arâzisini satan, gidip Beyrut'a, Mısır'a, Şam'a yerleşiyordu. Hattâ:
"-Bir aptal gelmiş, râyiç bedeli bilmiyor, fazla para ödüyor. Parası biter de benimkini alamaz" kaygısıyla birbirleriyle mücâdele ediyorlardı.
Sırları ifşa edildi
Bu durumu zamanında haber alan Sultan Abdülhamid Hân, oraya bir heyet gönderdi. Bu heyet, oynanan oyunu halka izâh etti ve bu arazilerin Yahudiler için toplandığı gerçeğini ifşâ eyledi. Diğer taraftan hakikaten arâzilerini satmak isteyenler varsa bunları Sultanın şahsi servetiyle satın almak üzere oraya gelmiş bulunduklarını beyân ederek Yahudi hareketine engel olmaya çalıştılar.
Sultan Abdülhamid Han'ın "Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi" adıyla bilinen araziler ve çiftlikler, böylece ortaya çıktı. Lâkin, bir müddet sonra gâfil ve Yahudi güdümlü İttihatçılar, o mübârek şahsiyeti tahttan indirince, emlâkini millileştirdiler. Böyle yapmasalardı, o topraklar kaybedildiği taktirde bile şahsi mülkiyet hakkı, beyne'l-milel hukuk kâidelerine göre bâki kalacaktı.
İttihad ve Terakki'ye destek
2) Dışarıda Sultan Abdülhamid Han'ı karalama kampanyası yürütmekte olan Yahudiler, dahilde de İttihad ve Terakki Cemiyeti'ni kurup destekleyerek iktidar mevkiine getirdiler. Bu cemiyetin tamamen Yahudi usûl ve esasları dâhilinde ve onların tâlimatlarıyla hareket ettikleri şüphesiz olmakla berâber, bunu Rumeli'de dağa çıkarak Meşrûtiyet'in ilânını bir emr-i vâki hâline getirmiş bulunan hürriyet kahramanı (!) Resneli Niyâzi de hâtırâtında açıkça itirâf etmektedir. Fakat, ne hâcet! O devrin vukuâtını ferâsetle tedkik ve ittihatçılardan hâtırat yazanların söyledikleri bu gerçeği bin delil ile ispata kâfidir.
II. ABDULHAMİD, KARASU'YA ÇOK KIZDI
Sultan Abdülhamid Hân'ı hal'eden yâni tahttan indiren kararın tebliği için huzûruna çıkan dört kişiden biri Selânik mebûsu Emanuel Karasu Yahudisi değil midir? Mübârek pâdişah bunu görünce vukuatın gerçek müessirini ifşâ edercesine o heyete dönerek: "-Ben Müslümanların halifesiyim. Bu makamda bulunmamı isteyip istememek Müslümanlar için bir haktır. Lâkin bu Yahudi Karasu Efendi bu heyette ne sıfatla bulunmaktadır!?" suâlini tevcih edince, heyetteki gâfiller başlarını önlerine eğmek mecbûriyetinde kalmışlardı. Emanuel Karasu ve Metir Salem gibi su yüzüne çıkmış Yahudilere mukâbil, mason localarında faâliyet gösterenlerin bizi arka arkaya 1911 Trablusgarb, 1912 Balkan ve 1914-18 Harb-i Umûmî'ye sürükleyerek nasıl mağlup ve perişan ettikleri ve bu hâdiseler dolayısı ile Yahudilerin oynadıkları rolü anlatmaya bu yazı dizisinin hacmi kadar kânûnî imkanlar da müsâid değildir. Şu kadarını söyleyelim ki Filistin'in harb-i umûmî hengâmında elimizden çıkması, iddiâ edildiği gibi "Arap İhâneti"nin eseri değil, Filistin havâlisinde Yıldırım Ordular Cephesi'nin –askerî bir mantıkla îzâhı kâbil olmayan– hezîmeti sebebiyledir. Burada sırası gelmişken müstakillen yazılması îcâb edecek derecede ehemmiyetli olan şu Arap İhânetî (!) palavrası hakkında da kısa bir îzâhta bulunmak istiyoruz. Zira yukarıda temas ettiğimiz vechile, Türk basınında bazı güdümlü kalemlerin bugünkü Filistin dramı dolayısıyla dillerine doladıkları en ehemmiyetli mes'ele budur.
Arap ihaneti palavra
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan "Vehhâbî Hareketi" gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı Devleti'ne sâdık bir şekilde bağlı kaldılar.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arapların Osmanlı Devleti'ni arkadan vurdukları iddiası yıllardır gündeme getirilmektedir. Bu Arap ihâneti palavrasına muhatab oluşumuz yeni değildir. 1964 yılında "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" adlı eserimizin ilk cildi yayınlandığı zaman, o zamanki Ulus gazetesinde Cihad Akçakayalıoğlu imzasıyla bu eser hakkında uzun bir tenkid ve ta'riz mâhiyetinde bir seri yazı yayınlanmıştı. (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 25 Şubat-3 Mart 1966) Bu yazıda bize tevcih edilen çeşitli ta'rizler meyânında, şu satırlara da yer vermişti:
"Şunu iyi bilmeliyiz ki, mukaddes cihadlar artık devrini tamamlamıştır. Birinci Dünya Savaşında imparatorluk çökerken (ilikleri, kemikleri Türk'ün parası ve emeğiyle dolu Müslüman ve Arab Ålemi) Halifenin bayrağı altında toplanmak şöyle dursun, onu ateşe vermiş, kahraman Türk ordularını düşmanlarla el birliği ederek arkadan vurmuştur." (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 1 Mart 1966) Biz bu tarihî gerçeklere aykırı iddiayı, daha o zaman şu şekilde cevaplandırmıştık:
Haçlı ordularına karşı iman seddi
"Türkler, Arab memleketlerini takriben dört asır kudretle siyânet ve mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu bir sıyânetti: Çünkü maksadı İslâm'ı yok etmek olan "Haçlı Orduları"na karşı aşılmaz bir iman seddi teşkil ettikleri tarihin şehâdetiyle sâbittir. Gerçekten Selçuklular ve daha önceki devirlerde Anadolu ve bazen da Sûriye'ye kadar ilerleyebilen Haçlılar, İslâm Dünyası'nın şerefli temsilciliği Osmanlılar'ın kudretli ellerine geçtikten sonra, Tuna Nehri'ni aşamamışlardır. Haçlı Seferleri'nin her biri üssü'l-harekelerine bitişik olan Orta Avrupa Ovaları'nda karşılanıp mağlup edilmiş ve bu sayede Arab memleketleri ve hâssaten 'Mukaddes Beldeler' yüzyıllar süren sâkin bir hayat geçirmek imkânını bulabilmişlerdir. Osmanlılar, bu ülkeleri aynı zamanda gayet mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu yüzden aslen Arabî değil, Arnavutî olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan 'Vehhâbî Hareketi' gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğumuzun yıkılışına kadar gayet sâdıkâne bir sûrette bize ve bütün Müslümanlar'ın devleti olan 'Devlet-i Aliye'ye bağlı kalmıştır.
Araplara kardeş muamelesi
Esâsen Osmanlılar, hiçbir Arab memleketini yerli Arab idârecilerin elinden almamış, her birini zâlim ve yabancı bir müstevlînin pençesinden kurtarmışlardır. Irak ve Sûriye'yi Acemlerin, Mısır'ı Çerkes asıllı Kölemenlerin, Şimâlî Afrika ve Yemen gibi uzak Arab ülkelerini ise İspanyol, Portekiz gibi müstevlî garblıların elinden almış ve bu memleketlere bir 'kurtarıcı' olarak girmişlerdir. Üstelik Kur'ân'ın ölümsüz umdelerine son derece riâyetkâr oldukları için de bütün Müslümanları 'kardeş' ve İslâm Alemini tek bir 'devlet' kabul ettiklerinden sahip oldukları ülkeler arasında hiçbir fark gözetmemişlerdir. Sırf ümmetin birlik ve bir merkeze bağlılığını te'minden ibâret olup hiçbir Müslümana ağır gelmeyen hareketleri ile İslâm'ın emir ve îcâbını yerine getirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Teb'a arasında vazife ve mevkîler için sadece ehliyet ve liyâkati bir kıstas olarak tanıyan Osmanlılar'ın tarihi, bu bâpta alâka çekici misallerle doludur. Mesela Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ın fethini müteâkiben dönerken yolda, Mısır Beylerbeyliği'nin elinden alınmasına münfail olarak kendisine at üstünde:
"-Bu kadar zahmet çektik Mısır'ı gene bir Çerkes'e verdik. Çekilen emekler boşa gitti" diyen Vezir-i âzamı Yunus Paşa'yı derhal idam ettirmiştir. (Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, 1963. s.31)
Osmanlı Devleti'nin takip ettiği bu siyaset, Arab âleminde diğer beldelerden daha da iyi neticeler vermiş ve bir çok yerlerde -mesela Rumeli ve bilhassa Anadolu'da- görülen 'eşkiyâ' ve 'Celâlî İsyanları'na benzer hâdiseler buralarda ortaya çıkmamıştır. Birinci Cihan Harbi esnasında Araplar'ın Halife'nin 'Cihad Fetvası'nı dinlemedikleri iddiası ise; menfî bir propaganda maksadına bağlı olarak büyütülmüş bir mes'eleden ibarettir.
Arap isyanları münferit
Bu fetva, Hilâfeti İslâm Dünyası üzerinde cidden nâfiz bir kudret hâline getiren II. Sultan Abdülhamid Han Hazretleri gibi mübarek bir hükümdara karşı her tarafta derin akisler uyandıran bir ihtilal yaparak işbaşına gelen 'İttihatçı güruhu'nun elinde irâdesiz bir oyuncak mevkiine düşen Sultan Reşad tarafından ilan edilmiştir. Üstelik "Halife İradesi"nden ziyade "Alman menfaati"ni temsil etmekte olduğu âşikârdı. Ayrıca da dörtyüz senelik aşırı bir müsâmahakârlığın arkasından, bir tek kelime Türkçe bilmeyen Arab halkına, Türkçe konuşmak mecburiyeti tahmil etmek gibi saçmalıklarla dolu ittihatçı idaresinin incelenmesi de Arab aksülâmelinin sebeplerini keşf ve tesbit için zarûrîdir. (Bak: Şerif Abdullah, Müzekkirati, Kudüs 1945)
Böyle olduğu halde bu fetvanın hiçbir te'sir icra etmediği de söylenemez. İngilizlerin bu yüzden Mısır ve hatta Hindistan'ın idaresinde karşılaştıkları müşkilât ve bu memleketlerde ortaya çıkan karışıklıkların izahı uzun bir mes'eledir. Mutaarrız İtalyanlar'a karşı vatanını müdafaa etmekte iken bu fetvaya ve verilen husûsî emre itaat ederek İstanbul'a gelen Şerif Ahmed es-Sünûsî Arab değil miydi? Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Arab Alemi'ndeki bu "itaatsizlik" sadece bir âileye, yani Şerif Hüseyin ve avanesine münhasır olduğu halde onu bütün Arab Alemi'ne şâmil göstermek isteyenler kasıtlıdırlar. "İslâm kardeşliği"nin, hatta daha emin bir tâbirle söylemek gerekirse "İslâmın düşmanıdırlar. Onlar böyle bir iddia ile İslâm'ı (hâşâ!..) modası geçmiş gibi göstermek istemekte ve sırf bu maksadla bu hâdiseyi sık sık tekrarlamaktadırlar." (Bak: Lozan zafer mi hezimet mi, Kadir Mısıroğlu, s.44-47)
HİNTLİLER İNGİLİZLER'E İSYAN ETTİ
Bizim, "Arap İhaneti (!)" palavrasına 40 seneye yakın bir zaman evvel vermiş bulunduğumuz cevap İslâm düşmanlarını susturmaya yetmemiş ve bu iddia, temcid pilavı gibi tekrarlanıp durmuştur. "Geçmişi ve Geleceği ile Hilâfet" isimli eserimizde Sultan Abdülhamid'in, hilâfeti, müstevlî Batılılara karşı nasıl silâh olarak kullandığı anlatıldıktan sonra İttihatçılar ve onların elinde bir kukladan farksız durumdaki Sultan Reşad'ın "fâil-i muhtar" bir padişah olmadığı izah edilmiş ve müteâkiben: "Böyle olmasına rağmen onun tarafından 23 Kasım 1914 tarihinde îlan edilen Cihâd-ı Mukaddes fetvası yine de umulandan fazla alâka görmüştür. Gerçi bu güne kadar bu fetvanın hiçbir işe yaramadığı hatta buna rağmen binlerce müslümanın İngiliz, Fransız ve Rus ordularında yer alarak bize karşı fiilen silâh kullandığı iddia edilegelmiştir. Hilafet müessesesinin hiçbir tesir ve faydasının görülmediği görüşünü te'yid ve isbat zımnında ortaya atılan bu iddiada hakikat payı yok değildir. Ancak unutmamak gerektir ki, bu Müslümanlar iddia edilen hareketi kendi hür iradeleriyle yapmış değillerdir. Bunlar, ordularına katıldıkları Hıristiyan devletin esiri idiler. Kaldı ki, binlercesi de hapsedilmek veya asılmak sûretiyle maruz kalacakları tehlike ve musibetlere aldırmayarak metbûlarının bu husustaki emirlerini dinlememişlerdir. Sadece Hindistan'da İngiliz idaresinin bu sebeple hapsettiği müslümanın adeti 30.000'in üzerindedir. 1914 yılında Türklere karşı dövüşmek üzere Irak cephesine gönderileceğini öğrenen Hindli Müslümanlar ânî bir sûrette isyan ederek başlarındaki İngiliz subaylarını katlettiklerinden bunların binlercesi hemen oracıkta kurşuna dizilmiştir.
350 adamı zor buldu
İngilizler, Medine'nin Şerif Hüseyin'e teslim edilmemesi durumunda Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulundular. Direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa hile ile yakalanarak Şerif Hüseyin'e teslim edildi. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır Mısır vesâir Arap ülkelerinde de bir tesiri olmadığı söylenen Cihâd-ı Mukaddes fermanı sebebiyle ecnebi idarecilere karşı birçok isyan ve karışıklıklar çıkmış ve binlerce Müslüman katledilmiştir. Halifenin davetine gönüllü olarak icabet eden birçok Arap da görülmüştür ki, bunlardan teşekkül eden iki tabura bizzat M. Kemal Paşa kumanda etmiştir. İştirakin fazla olmayışı İttihatçılar'ın Arap ülkelerindeki yakışıksız tutumlarından ve Araplar'ın asırlardan beri gayr-i muharip bulundurulmalarından doğmuştur. Kaldı ki, düşman saflarında yer alan Müslümanlar'dan dahî umulmadık istifadeler sağlanmıştır. İstanbul'da silâh depolarında bekçilik yapan Hindliler'in Anadolu'ya silâh kaçırılması işinde gösterdikleri kolaylıklar Kemalist kalemlerde bile ma'kes bulmuştur. Rus ordusundaki Müslümanlar ise Rus-Ermeni mezâlimini önleyici istikamette ehemmiyetli bir rol oynamışlardı. İlaveten söyleyelim ki, cihad fetvasına rağmen Türkler'e silah çektiği söylenen Şerif Hüseyin Medine'yi teslim almaya geldiğinde emrinde 350 kişi vardı. Bunlar da o derecede derme çatma insanlardı ki, kendisi Türk kumandanlarından silah depolarının kapısında bir müddet daha Türk askerlerinin nöbet tutmalarını rica etmiş, bu silahların kendi adamları tarafından yağmalanmasından korktuğunu açıkça ifade etmiştir (Bak: Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, s. 473-474). Bu demektir ki, Ceziretü'l-Arab'a oluk gibi akan İngiliz altınları, Türkler'e karşı silah kullanabilecek ancak 350 adam bulunmasını temin edebilmiştir. Halbuki aynı çarpışmalarda Türk ordusu tarafında yer alan Araplar bu sayıdan katbekat fazlaydı. Hem de bölgenin ileri gelen insanlarından olarak... Şerif Hüseyin'in sokaktan topladığı adamlar nev'inden değil!...
Celali isyanları daha uzun sürdü
Osmanlı târihini tedkîk edenler hayretle müşâhede ederler ki, Anadolu'da 'Celâlî İsyanları' adıyla, müteaddid isyan hareketine şâhid oldukları hâlde, 450 sene hükmettiğimiz Arap Yarımadası'nda benzer bir hâdiseyle karşılaşılmaz. Üstelik oralarda Anadolu'daki gibi ciddî bir askerî kuvvet bulundurulmuş değildir. Yemen isyanları, bu ülke halkının ekseriyetle Şia'nın bir kolu olan Zeydiye mezhebine mensup bulunmaları dolayısıyla 'hilâfet'e değil, imâmete inanmış olmalarındandı. Yâni onlar, mezhepleri îcâbı olarak, Osmanlı hükümdarını halîfe sıfatıyla tanımak istemiyorlardı. Buradaki bâdirenin temel sâiki budur. Arap Yarımadası, kâhir ekseriyetiyle Sünnî olduğu cihetle burada asırlar boyunca sulh ve sükûnet devâm etmiş, karışıklık ancak İttihâtçılar'ın devlete hâkim olmasından sonra ortaya çıkmıştır. Bundan daha önce görülmüş olan birkaç Vehhâbî hareketi de Yemen'deki gibi ve fakat ondan farklı bir ictihâdın netîcesidir. Üstelik çok mevzî kalmıştır. Anadolu'daki Celâlî isyanları gibi taaddüdü mevzu-i bahs değildir. Celâlî isyanları, ilk isyan eden grubun başında Celâl isminde bir Alevî bulunduğu için bu ismi almış ve zaman zaman tekerrür etmiş ise de bugün hiç kimse Anadolu Alevîleri'ni, bizi arkamızdan vurmuş olmakla ithâm etmemektedir. Hattâ biz Yunan'la harb ederken Konya'da isyân zuhûr etmiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Bunun benzerleri Yozgat, Bolu, Düzce vs. yerlerde de tekerrür etmiştir. Bugün kimse çıkıp da Konyalılar'a, Düzceliler'e, Yozgatlılar'a.. ilh.: "-Siz Türk-Yunan Harbi gibi buhranlı bir zamanda bizi arkadan vurdunuz!.." diyerek bir târizde bulunmamaktadır.
İbnürreşit Osmanlı'ya bağlıydı
Medine müdâfîlerinin yanında aşîreti, itibarı ve çıkarabileceği silahşör sayısı Şerif Hüseyin ile kıyaslanmayacak durumda olan Şammarî aşireti reisi İbnü'r-Reşid gibi bir şahsiyet vardı. İngilizler, burası ona bırakıldığı takdirde de kendi adamları olan Şerif Hüseyin nâmına mücadele edeceklerdi. Hakîkaten Mısır'dan kaldırdıkları uçaklarla Medine halkı üzerine propaganda broşürleri atmış ve bölge Şerif Hüseyin'e teslim edilmediği takdirde Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulunmuşlardı. Bundan endişe eden birtakım subaylar, direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa'nın huzuruna avuçlarında mangal külü dolu olduğu hâlde girerek selâm verir gibi bir hareketle külü onun gözlerine serpmişler, elini kolunu bağlamışlar, kendisini Şerif Hüseyin'e teslîm etmişlerdir. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır. Irak havâlisinde İbnür-Reşid emsâli mahallî aşiret reisleri çoktur. Bunlardan biri de Uceymî Sâdun Paşa'dır
İngilizler'e kök söktürdü
Arap ihaneti palavrasına en susturucu cevap Uceymî Sâdûn Paşa'dır. Bunu, Cemal Kutay'ın yayınladığı 'Tarih Konuşuyor' adlı dergiden ve bir görgü şahidinin ağzından arzediyoruz. Görgü şahidi Demokrat Parti devrinde Sakarya milletvekilliği yapmış Hamza Osman Erkan'dır. (Bak: Cemal Kutay, Son Havadis gazetesi, 15 Temmuz 1978) Hamza Osman Erkan, meşhur Şeyh Şamil'in Medine muhafızlığı yapmış olan damadı Osman Paşa'nın torunudur. Görgü şahidinin ifadesiyle bir sâdık Arap liderinin yaptıklarını dinleyiniz:
"Birinci Dünya Harbi'nin ilk haftalarında, 'Teşkilât-ı Mahsusa' hücum taburları Reisi Süleyman Askerî Bey'in maiyetinde Kafkas cephesine gitmek üzere iken vak'alar ve hâdiseler bizi Irak'a sevketmişti. Müntefik mutasarrıflığının merkezi olan Nâsırıyye'den Nuhayle çöl karagâhına Ferhan isminde yerli bir kılavuz ve birkaç Kerküklü jandarma ile gidiyorduk. Nuhayle mevkiinde setir kuvvetlerimiz kumandanı Yarbay Seyfullah Bey'e ve aşâiri teşkilatlandırmak vazîfesiyle yanında bulunan 'Teşkilât-ı Mahsûsa' subaylarından Fâtihli Lutfi Bey'e merkezin gizli bir emrini ve bir miktar para götürüp avdet edecektik. Yolculuğumun üçüncü günü idi, şiddetli bir kum fırtınası esiyordu. Mukâbil taraftan kum rüzgarının içinden bir süvari müfrezesinin bize doğru geldiğini gördük.
"-Aşiret atlıları", "-Hayır, süvari, asker" diye tahminlerde bulunurken, atlılar müthiş bir kum rüzgarı şeklinde birkaç saniye içinde yanımıza yaklaştılar. Bunlar, 30 yaşlarında, kibar yüzlü, buğday çehreli, parlak siyah gözlü, çok zeki bakışlı, zayıf, nahif bir aşiret reisi ile muhafızları idi. Mütekâbilen durduk, selamlaştık, bir an sükut içinde bakıştık. Genç aşiret reisi, çok tatlı bir sesle bir arzumuz olup olmadığını sordu, büyük bir tevâzu ve nezaketle: -Bana bir emriniz var mı? Yanınıza adamlarından birkaçını tefrik edeceğim, dedi ve sonra eliyle selam işareti vererek hızla ayrıldı. Kim olduğunu iyice bilmediğim bu kibar çöl şövalyesi kayboluncaya kadar arkasından manyetize olmuş halde bakakaldım, yanımdaki kılavuza sordum:
'-Kim bu adam?'
-'Necidî hudutlarına kadar ahkâm ve emirleri kayıdsız ve şartsız cârî olan Şeyhlerin Şeyhi Emir Uceymî Sâdûnî işte budur. Emir Sâdun Paşa'nın oğludur. Asalet, servet, mertlik ve şecaatiyle Irak'ta meşhurdur.
Bağdat'tan beri menkıbe ve hikâyelerini işitmekte olduğumuz, düşman kuvvetleri ileri karakollarının rüyalarına giren ve uykularını kaçırarak dehşet uyandıran Müntefik aşiretleri reisini o gün ilk defa görmüş oluyordum. ..Basra'nın tahliyesinden sonra anavatanla irtibat ve münasebetleri tamamen kesilmiş olan ve çok fâik kuvvetler karşısında kahramanca müdafaalardan sonra merkezden verilen emir üzerine çekilmek mecburiyetinde kalan fedakar cenub müfrezemizi ıssız bir çölden geçirerek muhakkak bir esaretten kurtaran Uceymî Paşa'dır.
İngilizler Basra'yı işgal ettikten sonra Uceymî Paşa'ya mektub göndererek Türkler'den ayrılıp Irak'a kurtarıcı olarak gelen ordularıyla teşrik-i mesai ettiği takdirde istiklalini aldığı zaman Irak tahtının uhdesine tevdî olunacağı va'd olunuyordu. Büyük Britanya hükümet-i fâhimesi namına yapılan bu teklif Uceymî Paşa'nın 24 saat sonra İngilizler'e yaptığı müthiş bir baskınla cevaplandırılıyordu. İşte bu asil çöl çocuğu tâ Basra kapılarından Urfa'ya kadar ordumuzun kahraman bir muavini olarak harb ede ede çekilerek geldi. Daha sonra Millî Mücadele'nin ilk ve felaketli günlerinde Diyarbakır'a ve orada'ya gelerek vatanın hizmetine koşmuş, cenub hududlarımızda mühim ve unutulması küfrân olacak hizmetler etmişti. Büyük zaferden sonra Urfa'da Atatürk'ün emriyle hükümetimizin kendisine verdiği bir çiftlikte ziraatle iştigal ettiğini işitmiştim." (Bak: Tarih Konuşuyor Dergisi, Temmuz 1964, Sayı:6)
ATATÜRK'TEN UCEYMÎ PAŞA'YA
Mustafa Kemal Atatürk'ün Uceymî Sâdun Paşa'ya yazdığı telgraf:
"Irak Şeyhu"l-meşâyihi Uceymî Sâdun Paşa Hazretlerine, Diyarbekir'e teşriflerinizi istibşâr (müjdelemek) ile harb-i zâilde (bitmiş olan harpte) ikinci ordu kumandanlığı ile Diyarbekir'de ve dördüncü ordu komutanlığı ile Halep'te bulunduğum sıralarda nesl-i necîbinize (temiz soyunuza) has olan evsâf-ı merdânelerini (yiğitlik vasıflarını) duymuş ve mine'l-giyâb (gıyâben) şahsiyet-i muhteremelerine karşı büyük bir muhabbet-i kalbiye hâsıl eylemiştim. Bütün cihân-ı İslâm'ın iki gözbebeği olan -Türk ve Arab milletlerinin- iftirak (ayrılık) yüzünden ayrı ayrı zayıf olması, ümmet-i Muhammed için şanlı bir halde buna karşın elele vererek ümmet-i Muhammed'in hürriyet ve istiklâliyeti uğrunda mücâhede eylemek bizler için farz-ı ayndir. Unsurların sufûf (saflar) ve an'anâtını siyânet (ananelerini korumak) ile istilâcıların esaretinden tahlis-i girîbân eylemeye (kurtulmaya) mücâhedâtınızda zât-ı necîbânelerinizle beraber olduğumu arz ederim. Bu bâbdaki mütâlalarımın onüçüncü kolordu vâsıtasıyla işârı sûretiyle müdâbele-i efkâretmeyi (görüş alış verişinde bulunmayı) rey-i necîbânelerine terk ile takdim-i ihlâs eylerim efendim." 15 Haziran 1335 (1919) Üçüncü Ordu Müfettişi MUSTAFA KEMAL
Suriye ile federasyon
Fransız mandasına girmek istemeyen Suriyeliler Ankara'ya temsilci yolladılar. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa federasyon için yeşil ışık yaktı, ancak gerçekleşmedi. Önceki yazımızda Irak havalisinde Uceymi Sadun Paşa'nın Osmanlı Devleti'nin yanında İngilizlere karşı verdiği mücadeleyi anlatmıştık. Gelelim Filistin ve Sûriye havâlîsine.. Bu havâlide Ordu Kumandanı sıfatıyla bulunan İttihat Terakkî reislerinden Cemâl Paşa, "Deriye Dîvân-ı Åli-yi Örfîsi" kararlarıyla pek çok Sûriye ileri gelenini Fransızlarla teşrîk-i mesâi etmek töhmetiyle astırmıştı. Fakat bundan dolayı, Sûriye halkı hiçbir zaman:
"-Türkler bize şöyle zulmetti, böyle zulmetti dememiş, haklı veya haksız sâdece Cemâl Paşa'yı ithâm etmekle iktifâ etmiştir. Bugün de aynıdır. Bize ne oluyor ki, bir Şerif Hüseyin'i dilimize dolayarak bütün Arapları ihânetle ithâm etmeye devâm ediyoruz. İngilizler dağılan imparatorluklarını, yeni Dünya şartlarında 'Commenwelt' adıyla bir birlik hâlinde ayakta tutmaya çalışmışlardır.
Faysal Ankara'ya kurye yolladı
Suriye halkı Fransız idâresi altına girmek istemiyor, nisbî bir muhtâriyetle veya kayıtsız şartsız bizimle birlikte bulunmak düşüncesine sâhip bulunuyordu. Bu keyfiyeti Mustafa Kemâl Paşa Birinci Büyük Millet Meclisi'nin 24 Nisan 1920 (1336) târih ve Cumartesi günkü gizli celsesinde uzun uzun anlatmakta ve şöyle demektedir:
"...Sûriye'de İngilizler ve Fransızların tarz-ı idâresine, muhakkirâne idâresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki (kısımlardaki) ehl-i İslâm, pek büyük bir hatâya dûçâr olduklarını takdîr ettiler ve onu müteâkip bir kısmı kendi dâhillerinde müstakil olmak ve yine bir sûretle, bir şekilde câmia-yı Osmâniye dâhilinde bulunmak cihetini düşündüler. Bittabî, makâm-ı muallâ-yı hilâfete karşı olan merbûtiyetleri (bağlılıkları) cümlemiz gibi bütün ehl-i îmân için bir vazîfe-i mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha da ileri gittiler. Bize hiçbir şekil ve sûrette istiklâlin lüzûmu yoktur. Biz halîfemiz ve pâdişâhımıza merbût (bağlı) olarak câmia-yı Osmâniye dâhilinde bulunacağız, dediler..."
"...Binnetîce Emir Faysal (Şerif Hüseyin'in oğlu) dahî husûsî murahhaslarını bizimle temâsa geçirdi. Dedik ki:
"-Hudûd-ı millîmiz dâhilinde bulunan menâbi-i insâniyyeyi (insan kaynaklarını) ve menâfi-i umûmiyeyi (umûmî menfaatleri) hudûdumuzun hâricinde isrâf etmek istemeyiz. Fakat ittihad, kuvvet teşkil edeceğinden bütün âlem-i İslâm'ın mânen olduğu gibi maddeten de müttefik ve müttehid olmasını şüphe yok ki büyük bir memnûniyetle karşılarız ve bunun içindir ki bizim kendi hudûdumuz dâhilinde müstakil olduğumuz gibi Sûriyeliler de hudûdu dâhilinde ve hâkimiyet-i milliye esâsına müstenid olmak üzere serbest olabilirler. Bizimle îtilaf (uzlaşma) veya ittifâkın fevkinde bir şekil ki federatif veya konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat peydâ edebiliriz.
Halk da uzlaşma istedi
Ahâlî bunu arzuları fevkinde lehlerine telakkî etmiş olacaklar ki, Emir Faysal milletin bu arzusu karşısında kendi emellerinin sarsılmakta olduğuna vâkıf oldu ve mürâcaatları bunun üzerine oldu. Sûriye dâhilinde bâzı ef'âl ve herekât bittabî mesmûunuz olmuştur. İşte bu fiiliyât başladıktan sonra Emir Faysal sühûletle (kolaylıkla) tesis-i hâkimiyet edemeyeceğini ve Fransızlar da bir müstakil devlet hâlinde orasını kolaylıkla kullanamayacaklarını zannettiler ki; ağleb-i ihtimâl (gâlip ihtimâl) müştereken ahâlîye demek istediler ki, biz de sizin fikrinizdeyiz. Ancak bizim yaşamak için paramız yok ve hâricin tazyîkâtına mukâvemet edecek vesâitimiz yoktur. Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları memleketimizden kovabiliriz. Bunu biz samîmî telakkî etmedik. Onun için vukû bulan siyâsî mürâcaatta biz de siyâsî cevap vermiş bulunduk. Ancak hakîkî irtibat hükümet şeklinde değil, fakat Sûriyelilerle olmuş oldu. Ve oradaki bu hareket, hakîkaten bize mânevî kuvvetle berâber maddî kuvvet zammetmiştir. Hudûd-ı millîmizin cenûb cephesindeki harekâtı nazar-ı dikkatten geçirecek olursak bu fiiliyâtın semerât-ı maddiyyesini görebiliriz..."
ATATÜRK, ŞEYH SÜNÛSİ'YE NE DEDİ?
Ahmet es-Sünusi, Anadoluyu vilâyet vilâyet dolaşmış, câmilerde vaazlar vererek millî mücadeleyi desteklemiş ve bir çok gencin cepheye gitmesine âmil olmuştur. Bunu, Türkiye'den ayrılacağı sırada Ankara'da şerefine tertib edilmiş bulunan toplantıda, M. Kemal Paşa uzun bir konuşma ile anlatmıştır ki, bu konuşmanın tamamını iktibâsa imkân olmadığı cihetle, şu birkaç cümleyle dikkatlerinize sunalım: "...Kendileri şimdi Afrika'da bulunmuş olsalardı her halde orada düşmanlarımıza vurulacak daha müessir olacaktı. Fakat aramızda bulunmak sûretiyle bize kattıkları mânevî değer orada bulunmaktan daha pek fazladır. Sünûsî tarikatının büyük müessislerinden sonra aramızda mevcûdiyetleriyle bize şeref ve kıymet kazandırmış bulunan büyük din adamı Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri, pederleri ve kendileri İslâm dünyasında büyük bir değer taşıyan teşkilatın en mühim sîmâları olarak tarihe geçmişlerdir. Bütün âlem-i İslâm'ın hürmet ve muhabbetini hakkıyla kazanmış olan bu tarikatı ve onun mümtaz mümessilini riyasetinde bulunduğumuz Türkiye Büyük Millet Meclisi nâmına hürmetle selamlar ve kendilerine gösterdikleri necîb alâka ve bizi bu yolda mücadeleye devam husûsunda vâkî teşviklerinden dolayı minnetle anarız. Afrika'nın en tabîi reisini, en selâhiyattâr hükümdarını, ve bize mazideki emsalsiz mücadeleleri ile rehber olmuş Sünûsîleri, kalbimizden gelen en büyük takdir ve takdîs hisleriyle alkışlarız. Şeyh hazretlerinin âlem-i İslâm'da îfâ buyuracakları hidâmâtı (hizmetleri) şimdiye kadar sebkat etmiş hizmetlerinden üstün olacak ve bu sayede İslâm'ın yegane ümidi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti bütün dünya nazarında büyük bir mevkî ihraz edecektir. Kendilerini ve necîp milletlerini gerek şahsım ve gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisi nâmına şükranla selamlar ve teşekkürlerimi arz ederim."
Libya'dan Anadolu'ya gelen mücahit
Bize sâdık diğer bir Arap lideri de şudur: Irken Arap olan, hatta seyyid olan, yani Peygamber soyundan bulunan, buna ilâveten de şimâl-i Afrika'nın en büyük tarîkati Sünûsîlerin şeyhi ve hatta Libya'nın devlet reisi bulunan Şerif Ahmed es-Sünûsî bu 'Arap ihaneti (!) palavrasına' karşı tek başına kâfî gelecek bir misaldir. Kendisi o sırada İtalyan işgaline mâruz kalmış bulunan vatanını müdafaa için silâhlı bir mukâvemet hareketinin başındaydı. Buna rağmen halîfenin davetine icâbetle İstanbul'a gelmiş, lakin harbin nihayete ermek üzere bulunması sebebiyle düşünülen hizmeti îfâ etmesine imkan olmamışsa da, az sonra zuhûr eden Türk-Yunan harbi dolayısıyla M. Kemal Paşa'nın büyük ölçüde takdirlerini celb eden hizmetleri sebkat etmiştir.
SÜNÛSİ, ATATÜRK'E NE CEVAP VERDİ?
Mustafa Kemal Paşa'nın yaptığı konuşmaya Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sünûsî, Türk milletini göklere çıkaran iltifatlarla mukâbele etmiş ve bu uzun konuşmasını şu cümleyle bitirmiştir:
"-Sizinle beraber mücadele eden ve muvaffakiyetinize duâ eden bir insanım. Gayemiz İslâm'ın îtilâsıdır (yükselişidir). Bu sebeple her sûrette ben ve memleketim hizmetinize âmâdedir. Allah muîniniz, Hazret-i Peygamber şefaatçiniz olsun. Amin."
Bu ailenin diğer bir ferdi olan Şeyh İbrahim bin İdris es-Sünûsî, biz muhâtaralı bir şekilde Sakarya'da Yunan'la harp ederken te'lîf eylediği "Parıldayan Nûr" isimli eserinde bizim hakkımızda şu takdirkâr sözleri söylemekteydi:
".... Yeri gelmişken şunu tam bir gerçek olarak arz ve itiraf etmemiz lazımdır ki, bu gün İslâm milletleri arasında en kuvvetlisi ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idare yönünden en ümid vericisi, Türk milletidir. Binâenaleyh bütün İslâmî harekât ve dayanışmanın kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk milletini bu yakın alaka ve müzâherete ve bu çok mühim vazifeye ehil kılan bir çok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilafeti temsil etmiş olması bütün âlem-i İslâm'ın kalbgâhı olan Haremeyn civarının hâdim ve hâmisi olmak şerefine sahip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz bulundurması, asırlar boyunca İslâm'ın alemdârlığını yapmış olması ve onu Rabbânî bir lütufla her türlü tehlike ve saldırıştan koruması, nihayet hâl-i hazırdaki tutumunun hâlâ ümid verici olması gibi sebepler bu büyük milleti bu günde İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için çırpındığımız topyekun kurtuluşun kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir. Türkiye'nin ve İslâm âleminin kurtuluşu, Allah'ın izniyle, ancak Müslüman Türk milleti sayesinde olabilir ve böyle de olacaktır."
Şehzadeye Filistin teklifi
1948'de İngilizler Filistin'de federal bir Arap-Yahudi devleti kurarak çekilme düşüncesine ağırlık verdiler. Kurulacak devlette Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edilecekti.
Filistin cephesinde üç ordumuz vardı: Dördüncü, yedinci ve sekizinci ordularımız. Bunlardan 4. Ordu'nun geriye çekilmesi üzerine İngilizler yedinci ve sekizinci orduları -aşağı yukarı kâmilen- imhâ ettiler. Asker perişan kitleler hâlinde Şam'a çekildi. Fakat burada da tutunmak imkânı kalmayarak kuzeye doğru dağınık kâfileler hâlinde ilerledi. İngilizler, kuvvetlerini ikiye ayırarak bir kısmını Musul istikâmetinde, bir kısmını ise Filistin'e doğru harekete geçirdiler. 1918'in Eylül ayı sonlarıydı. Bu askerî mağlûbiyetin netîcesindedir ki, devletimiz 30 Ekim 1918 târihli Mondros Mütârekenâmesi'ni imzâlamıştır. General Allenbi kumandasındaki İngilizler Kudüs'e girdiklerinden az bir zaman sonra, İngiliz Hâriciye Nâzırı Lord Balfour bir beyannâme yayınlayarak Filistin'e Yahudi göçüne kapıları açmıştır.
Bol para verip toprak aldılar
O târihe kadar Kudüs civârında âzamî 50-60 bin Yahudi varken bu sayı sür'atle çoğalmaya başladı. Yeni köyler, çiftlikler tesis ediliyor ve bu da birçok ihtilaflara sebep oluyordu. İngilizler'in Araplarla münâsebeti ve binnetîce menfaati vardı. Bu sebeple iki yüzlü bir siyâset tâkip ederek kâh Araplar'ın, kâh Yahudiler'in gönlünü almak yolunu tutuyordu. Filistinli Araplar, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseynî'nin etrâfında toplandılar, onun teşvikiyle tedhişçi bir milis kuvveti hâline geldiler. Karışıklıklar, İngiliz idâresini müşkil durumda bırakıyordu. Yahudiler de mukâbil bir askerî düzenlemeyi gerçekleştirmekte geç kalmadılar: Hagânah Teşkilâtı... Bu yarı milis, yarı asker mukâbil teşkilatla Emin el-Huseynî ve adamlarına büyük zâyiât verdirmeye başladılar. Emir Faysal'la Yahudiler arasında imzalanan anlaşma ortalığı yatıştırmadı.
Filistin'e bir kral namzedi
İngilizler'de Filistin'de federal bir Arap-Yahudi devleti kurarak oradan çekilme düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edileceklerdi. Devlet reisinin Arap olmasını Yahudiler, azınlık olan Yahudiler'den bir devlet reisi seçilmesini ise Araplar kabûl etmezdi. Çâreyi İngilizler'le Yahudiler müştereken şöyle buldular: Federal Arap-Yahudi Filistin devletinin, devlet reisi bir Osmanlı şehzâdesi olmalıdır. Bunu Yahudiler uygun gördüler. Araplar'ın da uygun bulacağı düşünüldü. Mısır'da olan Şehzâde Mahmud Şevket Efendi üzerinde karar kılındı. Şevket Efendi, Sultan Aziz'in oğlu Seyfeddin Efendi'nin mahdûmu idi. Hânedân, vatan-ı azîzinden tard edildikten sonra Mısır'a yerleşmişti. İyi yetişmiş, siyâsî ahvâli kavramakta ve tahlil etmekte mâhir ve faal bir insandı. Bu vasfı sebebiyledir ki, daha sonra Nâsır ondan endişe edecek ve kendisini Mısır'dan tard edecekti. Şevket Efendi, Mısır'dan çıkarıldıktan sonra Fransa'nın bir kasabasında oturuyordu. Burada Cezâyir istiklâlinden sonra Fransa'ya göç eden Araplar'a bir rehabilitasyon merkezi kurulmuş bulunuyordu ki; oniki dil bilen kızı Nermin Sultan'a tercümanlık vazifesi verilmişti. Şevket Efendi'yi, 1965'de Fransa'da ziyâret ettim. Ona Filistin krallığı meselesini de sormuştum.
İNGİLİZLER HÜKÜMET KURACAKLARDI
1965'de Osmanlı şehzadesi Mahmut Şevket Efendi ile yaptığımız röportaj:
-Size Filistin'de hükümdarlık teklif edilmiş, değil mi efendim?
-1948 senesindeydi. İngilizler, Filistin'den çekiliyorlardı. Çekilmeden önce, orada yerli bir hükümeti kurmak istemişlerdi: Bir Filistin hükümeti. Fakat bu, ne bir Arap ve ne de bir Yahudi hükümeti olacaktı. Şüphesiz, orada büyük çoğunluk o zamanlar Araplar'da idi. Gayet az miktarda da Yahudi vardı. İngilizler, bu iki ceamatten müteşekkil bir hükümet teşkilini düşünmüşlerdi. Araplar bunu kabul etmediler. O zaman Araplar'ın, eski Kudüs Müftüsü Emîn el- Hüseynî'nin riyâseti altında 'Lecnetü'l-ulyâ el-Arabiye-t-ül Filistiniyye' adında bir cemiyetleri vardı. Teklif edilen devlette her hususta Araplar üçte iki, Yahudiler ise üçtü bir nisbetinde temsil edileceklerdi. Bu cemiyetin vâkî teklifi reddetmiş olmasına mukabil, Yahudiler kabul ediyor ve büyük bir tehalük gösteriyorlardı. Zira, Yahudiler azınlıktaydılar. Fakat kuvvetli bir azınlık!... Araplar ise, onlardan pekçok fazla idiler, amma bu sadece bir sayı üstünlüğü idi. Başkaca bir mânâ ifâde etmiyordu.
Bu iş için Araplar'la Kâhire'de temasa geçen İngilizler, hiçbir müsbet netice elde edemediler. Emin el-Hüseynî'nin riyaseti altındaki Arap liderlerinden müteşekkil bu onüç kişilik cemiyet, teklifi kabule yanaşmamışsa da müzâkereyi devam ettiriyordu. Bu cemiyet mensuplarından müteşekkil bir hey'et bu maksatla Londra'ya gönderilmişti.
Bu mes'elenin Araplar'la İngilizler arasındaki müzakereleri Londra'da devam ederken ben o zaman Mısır Başvekili olan Mehmed Mahmud Paşa'nın evinin karşısındaki bir apartmanda oturuyordum. Londra'ya giden Araplar, yine hiçbir netice elde edemeden Kahire'ye dönmüşlerdi. Tam o arada bir gün vaktiyle İngilizler'le münasebette olduğunu sonradan işittiğim bir Türk bana telefon etti. Ve dedi ki:
'-Sizi muhakkak görmek istiyorum. Lütfen beni kabul eder misiniz?'
O ana kadar Mısır'da yaşadığı ve bir Türk olduğu halde kendisini tanımazdım. Fakat nasıl:
'-Sizi tanımıyorum, gelmeyin!...' diyebilirdim. Üstelik telefon eden bir vatandaşımdı. Bu sebeple:
'-Buyurun!..' dedim.
Adamcağız az sonra çıkıp geldi. Kelli felli bir adamdı. Otomobilli, şoförlü filândı. Karın, göbek de o biçim. Parmağında güzel, iri taşlı pırlantalı mırlantalı eski sistem yüzükler vardı. Bir erkeğin parmağında da böyle kadın gibi mübalâğalı yüzükler bulunsun, doğrusu akıl alacak bir şey değil. Nihayet dedi ki:
'- Efendim, burada Yahudi 'Hagana' Cemiyeti'nin bir mümessili var.'
Sözünü keserek:
'-Peki bundan bana ne?,..' diye karşılık verdim.
'-Yoo...' dedi. 'Sizinle görüşmek istiyor.'
'- Allah, Allah!.. Yahudi Hagana Cemiyeti'nin mümessilinin benimle ne alâkası var, niçin görüşmek ister?..'
'-Zararı yok' dedi. 'Herhalde bir söyleyeceği olmalı. Ne söyleyeceğini ben bilmiyorum ama, bir kere görüşürseniz iyi olur zannederim.'
Ben ona sorabilirdim. 'Madem ne söyleyeceğini bilmiyorsunuz niçin bu görüşmeye tavassut ediyorsunuz? Sizin bu Yahudi cemiyeti ve onun mümesssili ile münâsebetiniz nedir?' Nezaketsizlik olmasın diye sormak istemedim. Ayrıca da, ben bu işe ehemmiyet atfetmiyor ve adamı baştan savmak istiyordum. Kendisini sırf bir nezaket eseri kabilinden kabul etmiş, konuşuyordum. Onunla da görüşmeyi teklif ettiği, Yahudi cemiyeti ile de hiçbir münâsebetim yoktu ve olamazdı.
'-Vallahi' dedim, 'evet veya hayır diyebilmek için, rica ederim bana bir iki gün müsaade ediniz! Şöyle bir düşüneyim, ondan sonra reyimi size söylerim...'
Kendisinin telefonu vardı.
'-Size telefon ederim beyefendi' diye ilâve ettim.
'-Peki' dedi.
Gayet nâzik ve terbiyeli bir adamdı. Zannedersem evvelce Türkiye'de emniyet şube müdürlerindenmiş. Son derecede zeki ve kurnaz bir kimseye benziyordu.
Tarihî fırsatı kaçırdılar
İngilizler 1948'de Filistin'den çekildikleri takdirde üçte iki Arap, üçte bir Yahudi olmak üzere mahallî bir hükümet kurmayı düşündüler. Hükümetin herşeyi üçte iki nisbetinde Arap, üçte bir nisbetinde Yahudi olacaktı.
Şehzade Mahmut Şevket Efendi ile 1965'te Fransa'da yaptığımız görüşmede Arap-Yahudi devleti fikrinin nasıl akim kaldığını da konuştuk. Dün Mahmut Şevket Efendi'nin Yahudi Hagana Örgütü temsilcisi ile yaptığı ilk görüşmeyi vermiştik. Bu tarihi hadisenin devamını Şehzade Mahmut şöyle anlatıyor:
"Yahudi Hagana Cemiyeti'nden gelen mümessille, İngilizler'e haber vermeden görüşmeyi doğru bulmadım. İngiliz Sefârethânesi'ndeki Philip Taylor'a durumu açtım: 'Ben sizin arkanızdan bu teklifi kabul ederek Hagana Cemiyeti'nin mümessili ile görüşmek istemedim. Araplar'la Yahudiler'den müteşekkil bir hükümet kurmak istediğinizden de haberim var. Bu hal şeklini, Araplar'ın kabul etmediğini, Londra'daki müzarekelerden netice alınamadığını da biliyorum. Acaba sefâret bu hususta ne düşünür?'
'-Bak' dedi, 'ben size bir dostunuz sıfatıyla söyleyeyim ki, bu zâtla görüşün, fakat bu benim söylediğim, hükümet ağzından değil, sefâret ağzındandır. Şimdi lâzım gelen yerlerle görüşür, konuşur, onların bu mesele hakkında ne düşündüklerini size bildiririm.'
Şark İngiliz Orduları Başkumandanlığı büroları ve Sefâret'in alâkalı kimseleriyle görüşerek bana telefon etti ve: '- Size' dedi, 'Kolonel Benster gelecek. O sizi daha fazla aydınlatabilir. Kendisiyle görüşüp konuştuktan sonra bir karara varırsınız!...'
Kolonel Benster çıkıp geldi; 'Ben Wilson (İngiliz Başkumandanı) ile görüştüm, bu hususta tam bir salâhiyetim vardır. Siz, Lord Clarn'e (Kahire'deki İngiliz Sefiri) değil bana bakın, benim söylediğimi yapın!. Siz lütfen, bu Yahudi Hagana Cemiyeti'nin mümessili ile görüşün! Kendisini dinleyin, istediği neyse bundan bizi haberdar edin!'
İngilizler çekilecekler
O gitti. Teklifi getiren Türk'e telefon ettim.. Biraz sonra ikisi birlikte geldiler. Mümessilin ismi de Mister Shivery idi. Bu Yahudi, İngiliz ordusunda nüfuzlu bir binbaşı imiş. Adam derhal söze başladı. '-Bak' dedi, 'İngilizler 1948 senesinde Filistin'den çekilecekler. İstiyorlar ki; orasının geleceği için şimdiden ciddî bir adım atsınlar. Orada üçte iki Arap, üçte bir Yahudi olmak üzere mahallî bir hükümet kurmayı düşünüyorlar. Hükümetin bakanları, polisi, jandarması, memuru, hâsılı herşeyi üçte iki nisbetinde Arap, üçte bir nisbetinde de Yahudi olacak! Araplar, bu teklifi kabul etmiyorlar. Biz kabul ediyoruz. Böyle bir devletin reisinin, Arap olmasını istemiyoruz. Hele Yahudi hiç olmasın! Çünkü Araplar kabul etmezler. Mısır kral ailesinden bu iş için birisini seçmek istiyoruz. Bu zâtı da bulduk, Prens Abbas Halim!. Prens Abbas Halim kabul etmiyor. Mısır hükümeti bu işe mâni oluyor. Kurulacak bu Filistin devletinde, devlet reisi olmayı kabul eder misiniz?'
Ben tabiatiyle çok şaşırdım. Çünkü Filistin kat'iyyen aklımdan bile geçmezdi. Ahâlisinin bir kısmı Arap, diğer kısmı ise Yahudi'dir. Ben ise bir Türküm. Allah, Allah!.. Bu nasıl olur? Dedim ki: '- Bana müsaade edin, bir iki gün sonra ben size haber veririm.'
Aziz Mısri Paşa destekliyor
Ertesi günü kendisine telefon ettim. Onu çağırmadan önce İngilizlerle temas etmiş ve durumu bildirmiştim. Misler Shivery'ye dedim ki: '-Benim Filistin'le hiç bir alâkam ve ona dair hiçbir düşüncem yoktur. Hiç!... Ben bir yabancıyım. Siz Yahudi'siniz. Devlet reisi olmamı siz istiyebilirsiniz, acaba Araplar ne diyecekler? Bu zorla olacak bir iş değildir. Araplar'la Yahudiler'in ittifakıyla olabilir. Bu nasıl gerçekleşebilir, onu da, bilmiyorum, bu sebeple bu işe niyetli değilim. Böyle ihtilaflı bir meseleye, karışmak istemem.'
'- Peki' dedi. 'Madem ki Araplar'ın kabul edip etmemesi noktasında tereddüde düştüğünüz için karışmak istemiyorsunuz, o halde önce onlarla temasa geçiniz!'
'- Pekâlâ, öyle olsun! Tekrar haberleşiriz' dedim. Mes'eleyi Araplar'a açmak için bir vasıta düşünmeye koyuldum. Hatırıma meşhur Aziz Mısrî Paşa geldi. Araplar üzerinde son derecede nüfuzlu bir kimseydi. Paşa, bu habere çok sevindi. '-Ben' dedi, 'Araplar'ı buraya çağırırım. Mes'eleyi kendiniz anlatırsanız iyi olur.'
İki gün sonrası idi. Vâki davete hepsi gelmişti. Bunlar İngilizler'le anlaşmak için Londra'ya kadar gitmiş olan Arap liderleriydi. Paşa, mes'eleyi onlara izah etti. Dedi ki: '-Bakınız, yarın Araplar'la, Yahudiler arasında patlayacak olan uzun mücâdelenin en kestirme yolu budur. Yoksa ileride daha fena olacaktır. Bunu kabul etmelisiniz.'
O toplantıda muhataplarının çoğu Paşa'ya 'evet' demişti. Az bir kısmı ise 'hayır' dememişler, fakat müstenkif davranmışlardı. Paşa, onların tereddüdünü görünce, 'Bunu kabul etmelisiniz' diye ısrar etti. Bunlar da cevap olarak:
'-Müftü ile konuşalım. Hey'etimizin reisi odur. Biz sâhib-i selâhiyyet değiliz!' dediler. Paşa: '-Peki' dedi, 'Konuşun görüşün, fakat vakit kaybetmeyin!'
İnat Yahudiler'e yaradı
Ben bunu başlangıçta istememiş, arzu etmemiştim. Sonra düşündüm ki, Araplar'la asırlarca beraber yaşamıştık. Dinimiz, örf ve âdetlerimiz bir, çok şeyimiz beraberdi. Gerçekleştirilmek istenen teklif de onların muhakkak ki lehinde idi. Yarın orası Türkiye'ye karşı birinci derecede bir üs olabilirdi. Bu sebeple sonradan taraftar oldum. Kısmet değilmiş, iş bu şekle girince İngiliz süngüsüne istinad ederek ahâlinin kendi dinimden olan ekseriyetine karşı ve onlara rağmen bir hareketi gerçekleştirmeyi doğru bulmadım. Benden başkası olsa, bu son teklif istikametinde hareket ederdi. Böyle bir şeye girişmeyi vicdanıma sığdıramadım. İngilizler de iş bu şekli alınca, öteden beri mâni oldukları Arap muhaceretine bigâne kalmaya başladılar. Onlar da fırsatı ganimet bilip oradan bir an önce çıkmaya koyuldular.
Yahudi göçüne teşvik
Diğer taraftan Yahudi göçüne karşı müsamahakâr davranmaya hattâ onları bu iş için teşvik bile etmeye başladılar. Bu sûretle dünyanın her tarafından İkindi Cihan Harbi'ni görmüş, tecrübeli, mütefennin, iyi yetişmiş Yahudiler'in akın etmesiyle Filistin'deki nüfus dengesi değişmeye yüz tuttu! Bunlar Araplar'ın veya bizim bildiğimiz o eski Yahudiler değildiler. Cesur, komitacı, azimli ve çalışkan insanlardı. Biliyorsunuz kısa zamanda oraya hâkim oldular ve altı gün içinde de Araplar'ı ummadıkları bir mağlûbiyete uğratarak perişan ettiler. Allah korusun belki bilmem daha beter neler de olacak! Bugünkü harbler artık bambaşka olmuştur."
İngilizler, ânî bir kararla, "-Ne haliniz varsa görün!" kabîlinden bir hissiyât ve düşünceyle ânî bir sûretle Filistin'den çekildiler. Bunu müteâkiben zaten hazır olan Yahudiler, 14 Mayıs 1948 tarihinde bütün dünyaya Filistin'de bir "Yahudi devleti" kurulduğunu ilan ettiler. Arap devletleri hariç hemen hemen bütün dünya, kurulan bu devleti tanımakta gecikmedi. II. Cihan Harbi'nden sonra İngiliz imparatorluğunun -âdeta- tasfiyeye uğradığını gören siyonistler, Amerika'nın yıldızının yükseldiğini farketmiş ve bu ülkeye intikal etmeye başlamışlardı. Bundan böyle daha önce İngilizler'in desteğiyle yürüttükleri siyasetlerine, daha yeni ve müessir bir destek elde etmiş bulunuyorlardı.
İNGİLİZLER ŞEHZADEYİ SIKIŞTIRIYOR
Şurada burada Araplar resmen İngilizler'e karşı isyan halinde bulunuyorlardı, İngilizler bu pürüzlü ve ihtilaflı mes'eleyi bir an önce sağlam bir esasa bağlamak hususunda acele ediyorlardı. Orada oturan Yahudiler ise İngilizler'in, ekseriyetle Araplar'ın teşkil edeceği bir devlete taraftar olmalarından dolayı onlara diş biliyor ve bâzı huzursuzluklar çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Bu sırada doğrusu İngilizler'in Araplar'a büyük bir yardımı da olmuştu. Filistinli Araplar'ın hicretlerine mâni oluyorlardı. Diğer taraftan da Yahudiler'in gelip oraya yerleşerek, ekseriyet teşkil etmelerini önlüyorlardı. Gerçek budur. Bu yüzden Yahudiler İngilizler'e karşı suikastlara, sabotajlara teşebbüs ediyorlardı. Bundan huzursuz olan Araplar, İngilizler'in mâni olmasına rağmen çeşitli yollarla oradan kaçıyorlardı. Malını satan, bir yolunu bulup, sıvışıyordu. Bunlar ekseriyetle Filistin'in mal mülk sahibi zenginleriydiler. İşler böyle uzayınca Yahudiler fenâ halde sinirlendiler, kendilerinin kabulünü muvafık görmedikleri bir teklifi dahi Araplar'ın kabul etmeyerek daha fazlasına talib görünmeleri onların, giriştikleri sabotaj, mal mülk satın alma, sûiskast gibi çeşitli faaliyetlerini artırmalarına sebep oldu. Araplar'dan iş çıkmadığını gören Weismann gitti. Arkasından Shivery de gitti. Ortada İngilizler'le ben kaldım. Meğerse müftü, bana mektubu göndermekle beraber, adamlarına başka türlü söylemiş. Bu işin kabul edilmemesini bildirmiş. Demek ki müftü iki yüzlülük ediyordu. Shivery ve Weismann gidince, İngilizler, bana yeni bir teklif yaptılar. Bu da şu idi: Henüz Filistin'den çekilmemiş olan İngiliz Ordusu'nu arkama alarak, oraya gidip 'Filistin Hükûmeti'ni ilân etmem arzu ediliyordu. Kabul etmedim. Araplar ekseriyette, Yahudiler ise ekalliyette idi. Yahudiler istiyor, Araplar'sa taraftar değildi. Ekalliyetin istediğini gerçekleştirmek için ekseriyetle çatışmak mecburiyeti hasıl olacaktı. Üstelik bir müddet sonra İngiliz Ordusu çekilecekti. O zaman ben, kurulacak olan hükümeti devam ettirebilmek için Yahudiler'le beraber mi hareket edecektim?! Sizler benim yerimde olsaydınız, bunu kabul edip Yahudiler'le bir olup kendi dindaşlarınız olan Araplar'a karşı çıkar mıydınız? İşte ben de bu düşüncelerle bu teklifi sûret-i kat'iyyede reddettim, işte işin hülâsası budur.
Kudüs müftüsünden şehzadeye mektup
Aziz Mısrî'nin Araplar üzerindeki nüfuzunu bilen İngilizler rahat bir nefes almışlardı. Filistin dâvasına halledilmiş bir mes'ele nazarıyla bakıyorlardı. Târih huzurunda bir hakikat söyleyeyim: Araplar'ın yaptıkları yaygaralar mübalâğalıdır, İngilizler Filistin'i Yahudiler'e terkederek çıkmak istemediler. Araplar'ın bu husustaki iddiaları asılsızdır, İngilizler hâkim unsuru Araplar'dan olan müşterek bir devlet kurmak istemişlerdir. Maksatları, kendileri çekildikten sonra anarşik hareketlerin sona ermesiydi. Yahudiler'i iyi idare edip etmemek mes'elesi Araplar'ın kabiliyetlerine terkedilmiş olacaktı. Araplar şimdi böyle söylemiyorlar, İngilizler bizi aldattılar, Filistin'i Yahudiler'e terkedip çıktılar, diyorlar. Bu doğru değildir.
Müftüden gelecek cevabı beklemek lâzımdı. Araplar'ın bir 'bukra'ları vardır bilir misiniz? Yarın demektir. Ah ne sonsuz bir şeydir o!... Bukra, bukra diye bizi oyalamaya başladılar. Bir türlü cevap vermiyorlardı. İşte Filistin bu bukralara kurban gitmiştir. Doğrusu bir taraftan da mazurdular. Hallerini görüyordum. Doğrusu kolay karar verilebilecek bir iş değildi. Acaba istikbal ne gösterecekti? Shivery merak içerisindeydi. Bana haber gönderdi, durumu izah ettim. Derken Dr. Weismann geldi. Adamların acelesi vardı. Çünkü İngilizler Filistin'den çıkmak üzereydiler. Binaenaleyh bu oluyor mu, olmuyor mu anlaşılması lâzımdı.
Shivery sabırsızlanıyor
Araplar hâlâ 'Bugün, yarın..' diyorlardı. Shivery sabırsızlanıyordu. Bir gün bana: '- Müftüden haber geleceği yok. Dr. Weismann otelde oturmaya gelmedi', dedi. Müftü Emin el-Hüseynî o sırada Lübnan'da oturuyordu. Bu işle meşgul Türk'lerden birisi kalkıp onun yanına gitti. Müftü demiş ki: '- Bu meseleden haberim var. Ben de Aziz Mısrî Paşa gibi düşünüyorum, ileride başımıza gelecek belâyı önlemek için en kestirme yol budur. Herhalde çok muvafıktır.' Bu cevap üzerine bizim Türk de diyor ki: '- Peki, bu husustaki düşüncenizi bana söylediğiniz gibi bir mektuba yazıp, Şehzade Mahmud Şevket'e bildirseniz iyi olmaz mı?" Müftü bu husustaki fikirlerini bir mektuba yazarak o zata verdi. O da alıp Mısır'a getirdi. Aziz Mısrî Paşa'yı haberdar ettim. Mektubu kendisine gösterdim. '-Bak, işte müftünün mektubu budur; fikirleri de budur!' dedim. Paşa memnun.. Lecne'ye mensup Araplar'ın bir kısmı da çok memnun.. Diğer bir kısmı ise hâlâ karışık ve mütereddit görünüyorlardı. Mütfüden haber gelince, işler hızlandı. Dr. Weissmann dönmek istiyordu. Fakat bukra meselesi bir türlü ortadan kalkmıyor ve bu iş bitmiyordu. Müftünün mektubu kâfi değildi. Hey'etin oturup ekseriyetle karar alması gerekirdi. Bugün yarın, bugün diye diye iş uzayıp gidiyordu. İngilizler de Filistin'den çıkmak için hazırlanıyorlardı.
Filistin'de bir Yahudi devleti kurma fikri 19. yüzyılda müşahhas hale geldi. 19. asra gelindiğinde Yahudiler batıda müthiş bir güç olmuşlardı. İktisâdi ve siyâsi hayata hâkimdiler. Eskiden memur olamayan Yahudiler, artık politikacı ve subay bile olabiliyorlardı. Fransa'daki meşhur Dreyfus meselesi bunun tipik bir misâlidir. 19. asır nihâyete ererken Viyana'da "Nueie Presse" (yeni basım) adıyla bir gazete yayınlanmakta idi. Bunun Paris muhabiri olan Theodor Hertzel, gazetecilik mesleğinden istifâde ederek, batıdaki nüfûzlu Yahudi âilelerin durumunu inceden inceye tedkik etti.
Abdulhamid'i kandıramadılar
Muvaffakiyetin üç şartı
Bunun neticesinde, Yahudilerin Filistin'e dönmek için kuvvet ve kudretlerinin kâfi olduğuna inandı. Bunun için önce fikri yaymak gerekiyordu. "Der Juden Statt" yâni "Yahudi Devleti" ismiyle, Almanca bir kitap yayınladı. Böyle bir dâvâda muvaffakiyetin üç rüknü olması lâzım geldiğini bilebilecek bir kimseydi. Bu üç rükün (esas) şöyle sıralanabilir: 1. Fikir, 2. Kadro, 3. Para. Teodor Hertzel, fikirlerini duyurmak için 1882 yılında İsviçre'nin Basel şehrinde bir Yahudi Kongresi topladı. Bu, Yahudilerin Filistin'e dönme hareketini ifâde eden siyonizmin ilk kongresidir. Hertzel de bu hareketin babası ve İsrâil devletinin kurucusu kabûl edilmektedir.
Yahudi işadamlarına kanca
Basel kongresine bâzı Yahudi münevverlerinin katılmasına mukâbil, hiçbir Yahudi zengininin iltifat etmemiş olmasına dikkat eden Teodor Hertzel, bunu temin için bir plân düşündü. Herhangi bir Yahudi zenginini bulunduğu yerde emniyette olmadığı yolunda iknâ ederek Yahudi devleti için destekçi kılmak gerektiğini düşündü.
Bunun için o gün dünyânın da Yahudilerin de en zengin olan Rochild âilesini seçti. Kendi tespitlerine göre Rochild âilesinin yapmış olduğu bâzı kânunsuz işlerin bir kısmını Münih'te bir gazetede yayınlattı. Sonra bu gazete kupürlerini alarak Rochild'in merkezi olan Frankfurt'a geldi. Bunları Rochild'e göstererek, Almanların onun ticâretindeki istismarları öğrendikleri taktirde kendisini mahvedeceklerini söyledi. Rochild, buna ehemmiyet vermez görünerek, gerekirse Arjantin'e nakledebileceğini söyledi. Çünkü onun Arjantin'de çiftlikleri vardı.
Filistin'e karşılık Osmanlı borçları
Teodor Hertzel, Rochild'e, Yahudilerin fakirlerini o çiftliklerde çalışmak üzere Arjantin'e taşımakta olmasından dolayı da kızıyordu. Çünkü o günün şartlarında Arjantin'den Filistin'e dönmek, Avrupa'dan dönmekten daha güçtü. Teodor Hertzel, Arjantin hükümetinin herhangi bir talep vukuunda kendisini Almanya'ya iâde edeceğini ama dünyada bir Yahudi devleti olsa orada emniyet içinde yaşayabileceğini anlatarak onu iknâ etti. Peki ama bu nasıl olacaktı? Hertzel, plânını şöyle anlattı:
"-Osmanlı Devleti'nin pek çok dış borcu vardır. Sen ise dünyânın en zengini olan bir yahudisin. Ben senin nâmına İstanbul'a gidersem, pâdişah bir yatırım yapacağım düşüncesiyle beni kabûl eder, ben de ondan dış borçlarını ödemek mukâbilinde isteyen Yahudi'nin gidip Filistin'e yerleşme müsâadesini koparabilirim" dedi.
Bu esas üzerinde anlaştılar. Teodor Hertzel, bu maksatla iki defa İstanbul'a geldi ve Sultan Abdülhamid Han ile görüştü. Binnet'ce emeline muvaffak olamadı. Zirâ o büyük hükümdar:
"-Ecdâdımın kan dökerek aldığı toprakları benden para mukâbili satmamı mı bekliyorsunuz?!" diyerek bu Yahudi ideoloğunu huzurundan kovdu.
Araplara toprak karşılığı bol para
Bu hâdise üzerine Sultan Abdülhamid Hân'ı bertaraf etmedikçe emellerine muvaffak olamayacaklarını anlayan Yahudiler, o mübârek şahsiyet için dâhil ve hâriçte bir karalama kampanyası başlattılar. Harc-ı âlem olan "Kızıl Sultan" lâkâbı, Ermeniler'e mâl edilirse de aslında bir Yahudi icâdıdır. Esâsen, Rus tahrikiyle daha evvel harekete geçmiş olan Ermeniler, bu târihten itibâren propaganda ve silâh temini husûsunda Yahudilerden büyük ölçüde destek görmüşlerdir. Viyana'da imâl edilmiş olan bir saltanat arabasına saatli bir bomba yerleştirerek onun aylar sonra Yıldız Câmi-i Şerifi ile Yıldız Sarayı arasındaki kısacık mesâfede patlayabilmesinin dakik hesâbını yapan da Yahudilerdir. Ancak böylece Ermeni kıpırdanışına destek vermekle iktifâ etmeyecek olan Yahudiler, ondan daha ehemmiyetli olarak iki çâreye başvurdular:
1) Filistin'de birtakım Arapları menfaatlendirerek satın aldılar ve onlar vâsıtası ile arsa ofisleri kurdular. İsteyen herkesin yerini bedelini peşin ve kat kat fazlasıyla ödeyerek satın almaya hazır bulunduklarına dâir, ilânlar dağıttılar. Alıcılar Arap göründüğü için, buradaki hileyi kimse sezmedi. Araplar, arsalarını satmak için kuyrukta birbirleriyle kavga ediyorlardı. Arâzisini satan, gidip Beyrut'a, Mısır'a, Şam'a yerleşiyordu. Hattâ:
"-Bir aptal gelmiş, râyiç bedeli bilmiyor, fazla para ödüyor. Parası biter de benimkini alamaz" kaygısıyla birbirleriyle mücâdele ediyorlardı.
Sırları ifşa edildi
Bu durumu zamanında haber alan Sultan Abdülhamid Hân, oraya bir heyet gönderdi. Bu heyet, oynanan oyunu halka izâh etti ve bu arazilerin Yahudiler için toplandığı gerçeğini ifşâ eyledi. Diğer taraftan hakikaten arâzilerini satmak isteyenler varsa bunları Sultanın şahsi servetiyle satın almak üzere oraya gelmiş bulunduklarını beyân ederek Yahudi hareketine engel olmaya çalıştılar.
Sultan Abdülhamid Han'ın "Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi" adıyla bilinen araziler ve çiftlikler, böylece ortaya çıktı. Lâkin, bir müddet sonra gâfil ve Yahudi güdümlü İttihatçılar, o mübârek şahsiyeti tahttan indirince, emlâkini millileştirdiler. Böyle yapmasalardı, o topraklar kaybedildiği taktirde bile şahsi mülkiyet hakkı, beyne'l-milel hukuk kâidelerine göre bâki kalacaktı.
İttihad ve Terakki'ye destek
2) Dışarıda Sultan Abdülhamid Han'ı karalama kampanyası yürütmekte olan Yahudiler, dahilde de İttihad ve Terakki Cemiyeti'ni kurup destekleyerek iktidar mevkiine getirdiler. Bu cemiyetin tamamen Yahudi usûl ve esasları dâhilinde ve onların tâlimatlarıyla hareket ettikleri şüphesiz olmakla berâber, bunu Rumeli'de dağa çıkarak Meşrûtiyet'in ilânını bir emr-i vâki hâline getirmiş bulunan hürriyet kahramanı (!) Resneli Niyâzi de hâtırâtında açıkça itirâf etmektedir. Fakat, ne hâcet! O devrin vukuâtını ferâsetle tedkik ve ittihatçılardan hâtırat yazanların söyledikleri bu gerçeği bin delil ile ispata kâfidir.
II. ABDULHAMİD, KARASU'YA ÇOK KIZDI
Sultan Abdülhamid Hân'ı hal'eden yâni tahttan indiren kararın tebliği için huzûruna çıkan dört kişiden biri Selânik mebûsu Emanuel Karasu Yahudisi değil midir? Mübârek pâdişah bunu görünce vukuatın gerçek müessirini ifşâ edercesine o heyete dönerek: "-Ben Müslümanların halifesiyim. Bu makamda bulunmamı isteyip istememek Müslümanlar için bir haktır. Lâkin bu Yahudi Karasu Efendi bu heyette ne sıfatla bulunmaktadır!?" suâlini tevcih edince, heyetteki gâfiller başlarını önlerine eğmek mecbûriyetinde kalmışlardı. Emanuel Karasu ve Metir Salem gibi su yüzüne çıkmış Yahudilere mukâbil, mason localarında faâliyet gösterenlerin bizi arka arkaya 1911 Trablusgarb, 1912 Balkan ve 1914-18 Harb-i Umûmî'ye sürükleyerek nasıl mağlup ve perişan ettikleri ve bu hâdiseler dolayısı ile Yahudilerin oynadıkları rolü anlatmaya bu yazı dizisinin hacmi kadar kânûnî imkanlar da müsâid değildir. Şu kadarını söyleyelim ki Filistin'in harb-i umûmî hengâmında elimizden çıkması, iddiâ edildiği gibi "Arap İhâneti"nin eseri değil, Filistin havâlisinde Yıldırım Ordular Cephesi'nin –askerî bir mantıkla îzâhı kâbil olmayan– hezîmeti sebebiyledir. Burada sırası gelmişken müstakillen yazılması îcâb edecek derecede ehemmiyetli olan şu Arap İhânetî (!) palavrası hakkında da kısa bir îzâhta bulunmak istiyoruz. Zira yukarıda temas ettiğimiz vechile, Türk basınında bazı güdümlü kalemlerin bugünkü Filistin dramı dolayısıyla dillerine doladıkları en ehemmiyetli mes'ele budur.
Arap ihaneti palavra
Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan "Vehhâbî Hareketi" gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı Devleti'ne sâdık bir şekilde bağlı kaldılar.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında Arapların Osmanlı Devleti'ni arkadan vurdukları iddiası yıllardır gündeme getirilmektedir. Bu Arap ihâneti palavrasına muhatab oluşumuz yeni değildir. 1964 yılında "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" adlı eserimizin ilk cildi yayınlandığı zaman, o zamanki Ulus gazetesinde Cihad Akçakayalıoğlu imzasıyla bu eser hakkında uzun bir tenkid ve ta'riz mâhiyetinde bir seri yazı yayınlanmıştı. (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 25 Şubat-3 Mart 1966) Bu yazıda bize tevcih edilen çeşitli ta'rizler meyânında, şu satırlara da yer vermişti:
"Şunu iyi bilmeliyiz ki, mukaddes cihadlar artık devrini tamamlamıştır. Birinci Dünya Savaşında imparatorluk çökerken (ilikleri, kemikleri Türk'ün parası ve emeğiyle dolu Müslüman ve Arab Ålemi) Halifenin bayrağı altında toplanmak şöyle dursun, onu ateşe vermiş, kahraman Türk ordularını düşmanlarla el birliği ederek arkadan vurmuştur." (Cihat Akçakayalıoğlu, Ulus, 1 Mart 1966) Biz bu tarihî gerçeklere aykırı iddiayı, daha o zaman şu şekilde cevaplandırmıştık:
Haçlı ordularına karşı iman seddi
"Türkler, Arab memleketlerini takriben dört asır kudretle siyânet ve mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu bir sıyânetti: Çünkü maksadı İslâm'ı yok etmek olan "Haçlı Orduları"na karşı aşılmaz bir iman seddi teşkil ettikleri tarihin şehâdetiyle sâbittir. Gerçekten Selçuklular ve daha önceki devirlerde Anadolu ve bazen da Sûriye'ye kadar ilerleyebilen Haçlılar, İslâm Dünyası'nın şerefli temsilciliği Osmanlılar'ın kudretli ellerine geçtikten sonra, Tuna Nehri'ni aşamamışlardır. Haçlı Seferleri'nin her biri üssü'l-harekelerine bitişik olan Orta Avrupa Ovaları'nda karşılanıp mağlup edilmiş ve bu sayede Arab memleketleri ve hâssaten 'Mukaddes Beldeler' yüzyıllar süren sâkin bir hayat geçirmek imkânını bulabilmişlerdir. Osmanlılar, bu ülkeleri aynı zamanda gayet mâhirâne bir sûrette idare etmişlerdir. Bu yüzden aslen Arabî değil, Arnavutî olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'da çıkardığı isyanla; dînî vasfı, siyâsî vasfına gâlip bulunan 'Vehhâbî Hareketi' gibi münferid vak'alar bir yana bırakılırsa, Arab Alemi imparatorluğumuzun yıkılışına kadar gayet sâdıkâne bir sûrette bize ve bütün Müslümanlar'ın devleti olan 'Devlet-i Aliye'ye bağlı kalmıştır.
Araplara kardeş muamelesi
Esâsen Osmanlılar, hiçbir Arab memleketini yerli Arab idârecilerin elinden almamış, her birini zâlim ve yabancı bir müstevlînin pençesinden kurtarmışlardır. Irak ve Sûriye'yi Acemlerin, Mısır'ı Çerkes asıllı Kölemenlerin, Şimâlî Afrika ve Yemen gibi uzak Arab ülkelerini ise İspanyol, Portekiz gibi müstevlî garblıların elinden almış ve bu memleketlere bir 'kurtarıcı' olarak girmişlerdir. Üstelik Kur'ân'ın ölümsüz umdelerine son derece riâyetkâr oldukları için de bütün Müslümanları 'kardeş' ve İslâm Alemini tek bir 'devlet' kabul ettiklerinden sahip oldukları ülkeler arasında hiçbir fark gözetmemişlerdir. Sırf ümmetin birlik ve bir merkeze bağlılığını te'minden ibâret olup hiçbir Müslümana ağır gelmeyen hareketleri ile İslâm'ın emir ve îcâbını yerine getirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Teb'a arasında vazife ve mevkîler için sadece ehliyet ve liyâkati bir kıstas olarak tanıyan Osmanlılar'ın tarihi, bu bâpta alâka çekici misallerle doludur. Mesela Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ın fethini müteâkiben dönerken yolda, Mısır Beylerbeyliği'nin elinden alınmasına münfail olarak kendisine at üstünde:
"-Bu kadar zahmet çektik Mısır'ı gene bir Çerkes'e verdik. Çekilen emekler boşa gitti" diyen Vezir-i âzamı Yunus Paşa'yı derhal idam ettirmiştir. (Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Katl, 1963. s.31)
Osmanlı Devleti'nin takip ettiği bu siyaset, Arab âleminde diğer beldelerden daha da iyi neticeler vermiş ve bir çok yerlerde -mesela Rumeli ve bilhassa Anadolu'da- görülen 'eşkiyâ' ve 'Celâlî İsyanları'na benzer hâdiseler buralarda ortaya çıkmamıştır. Birinci Cihan Harbi esnasında Araplar'ın Halife'nin 'Cihad Fetvası'nı dinlemedikleri iddiası ise; menfî bir propaganda maksadına bağlı olarak büyütülmüş bir mes'eleden ibarettir.
Arap isyanları münferit
Bu fetva, Hilâfeti İslâm Dünyası üzerinde cidden nâfiz bir kudret hâline getiren II. Sultan Abdülhamid Han Hazretleri gibi mübarek bir hükümdara karşı her tarafta derin akisler uyandıran bir ihtilal yaparak işbaşına gelen 'İttihatçı güruhu'nun elinde irâdesiz bir oyuncak mevkiine düşen Sultan Reşad tarafından ilan edilmiştir. Üstelik "Halife İradesi"nden ziyade "Alman menfaati"ni temsil etmekte olduğu âşikârdı. Ayrıca da dörtyüz senelik aşırı bir müsâmahakârlığın arkasından, bir tek kelime Türkçe bilmeyen Arab halkına, Türkçe konuşmak mecburiyeti tahmil etmek gibi saçmalıklarla dolu ittihatçı idaresinin incelenmesi de Arab aksülâmelinin sebeplerini keşf ve tesbit için zarûrîdir. (Bak: Şerif Abdullah, Müzekkirati, Kudüs 1945)
Böyle olduğu halde bu fetvanın hiçbir te'sir icra etmediği de söylenemez. İngilizlerin bu yüzden Mısır ve hatta Hindistan'ın idaresinde karşılaştıkları müşkilât ve bu memleketlerde ortaya çıkan karışıklıkların izahı uzun bir mes'eledir. Mutaarrız İtalyanlar'a karşı vatanını müdafaa etmekte iken bu fetvaya ve verilen husûsî emre itaat ederek İstanbul'a gelen Şerif Ahmed es-Sünûsî Arab değil miydi? Ancak şu kadarını söyleyelim ki, Arab Alemi'ndeki bu "itaatsizlik" sadece bir âileye, yani Şerif Hüseyin ve avanesine münhasır olduğu halde onu bütün Arab Alemi'ne şâmil göstermek isteyenler kasıtlıdırlar. "İslâm kardeşliği"nin, hatta daha emin bir tâbirle söylemek gerekirse "İslâmın düşmanıdırlar. Onlar böyle bir iddia ile İslâm'ı (hâşâ!..) modası geçmiş gibi göstermek istemekte ve sırf bu maksadla bu hâdiseyi sık sık tekrarlamaktadırlar." (Bak: Lozan zafer mi hezimet mi, Kadir Mısıroğlu, s.44-47)
HİNTLİLER İNGİLİZLER'E İSYAN ETTİ
Bizim, "Arap İhaneti (!)" palavrasına 40 seneye yakın bir zaman evvel vermiş bulunduğumuz cevap İslâm düşmanlarını susturmaya yetmemiş ve bu iddia, temcid pilavı gibi tekrarlanıp durmuştur. "Geçmişi ve Geleceği ile Hilâfet" isimli eserimizde Sultan Abdülhamid'in, hilâfeti, müstevlî Batılılara karşı nasıl silâh olarak kullandığı anlatıldıktan sonra İttihatçılar ve onların elinde bir kukladan farksız durumdaki Sultan Reşad'ın "fâil-i muhtar" bir padişah olmadığı izah edilmiş ve müteâkiben: "Böyle olmasına rağmen onun tarafından 23 Kasım 1914 tarihinde îlan edilen Cihâd-ı Mukaddes fetvası yine de umulandan fazla alâka görmüştür. Gerçi bu güne kadar bu fetvanın hiçbir işe yaramadığı hatta buna rağmen binlerce müslümanın İngiliz, Fransız ve Rus ordularında yer alarak bize karşı fiilen silâh kullandığı iddia edilegelmiştir. Hilafet müessesesinin hiçbir tesir ve faydasının görülmediği görüşünü te'yid ve isbat zımnında ortaya atılan bu iddiada hakikat payı yok değildir. Ancak unutmamak gerektir ki, bu Müslümanlar iddia edilen hareketi kendi hür iradeleriyle yapmış değillerdir. Bunlar, ordularına katıldıkları Hıristiyan devletin esiri idiler. Kaldı ki, binlercesi de hapsedilmek veya asılmak sûretiyle maruz kalacakları tehlike ve musibetlere aldırmayarak metbûlarının bu husustaki emirlerini dinlememişlerdir. Sadece Hindistan'da İngiliz idaresinin bu sebeple hapsettiği müslümanın adeti 30.000'in üzerindedir. 1914 yılında Türklere karşı dövüşmek üzere Irak cephesine gönderileceğini öğrenen Hindli Müslümanlar ânî bir sûrette isyan ederek başlarındaki İngiliz subaylarını katlettiklerinden bunların binlercesi hemen oracıkta kurşuna dizilmiştir.
350 adamı zor buldu
İngilizler, Medine'nin Şerif Hüseyin'e teslim edilmemesi durumunda Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulundular. Direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa hile ile yakalanarak Şerif Hüseyin'e teslim edildi. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır Mısır vesâir Arap ülkelerinde de bir tesiri olmadığı söylenen Cihâd-ı Mukaddes fermanı sebebiyle ecnebi idarecilere karşı birçok isyan ve karışıklıklar çıkmış ve binlerce Müslüman katledilmiştir. Halifenin davetine gönüllü olarak icabet eden birçok Arap da görülmüştür ki, bunlardan teşekkül eden iki tabura bizzat M. Kemal Paşa kumanda etmiştir. İştirakin fazla olmayışı İttihatçılar'ın Arap ülkelerindeki yakışıksız tutumlarından ve Araplar'ın asırlardan beri gayr-i muharip bulundurulmalarından doğmuştur. Kaldı ki, düşman saflarında yer alan Müslümanlar'dan dahî umulmadık istifadeler sağlanmıştır. İstanbul'da silâh depolarında bekçilik yapan Hindliler'in Anadolu'ya silâh kaçırılması işinde gösterdikleri kolaylıklar Kemalist kalemlerde bile ma'kes bulmuştur. Rus ordusundaki Müslümanlar ise Rus-Ermeni mezâlimini önleyici istikamette ehemmiyetli bir rol oynamışlardı. İlaveten söyleyelim ki, cihad fetvasına rağmen Türkler'e silah çektiği söylenen Şerif Hüseyin Medine'yi teslim almaya geldiğinde emrinde 350 kişi vardı. Bunlar da o derecede derme çatma insanlardı ki, kendisi Türk kumandanlarından silah depolarının kapısında bir müddet daha Türk askerlerinin nöbet tutmalarını rica etmiş, bu silahların kendi adamları tarafından yağmalanmasından korktuğunu açıkça ifade etmiştir (Bak: Kaşif Kıcıman, Medine Müdafaası, s. 473-474). Bu demektir ki, Ceziretü'l-Arab'a oluk gibi akan İngiliz altınları, Türkler'e karşı silah kullanabilecek ancak 350 adam bulunmasını temin edebilmiştir. Halbuki aynı çarpışmalarda Türk ordusu tarafında yer alan Araplar bu sayıdan katbekat fazlaydı. Hem de bölgenin ileri gelen insanlarından olarak... Şerif Hüseyin'in sokaktan topladığı adamlar nev'inden değil!...
Celali isyanları daha uzun sürdü
Osmanlı târihini tedkîk edenler hayretle müşâhede ederler ki, Anadolu'da 'Celâlî İsyanları' adıyla, müteaddid isyan hareketine şâhid oldukları hâlde, 450 sene hükmettiğimiz Arap Yarımadası'nda benzer bir hâdiseyle karşılaşılmaz. Üstelik oralarda Anadolu'daki gibi ciddî bir askerî kuvvet bulundurulmuş değildir. Yemen isyanları, bu ülke halkının ekseriyetle Şia'nın bir kolu olan Zeydiye mezhebine mensup bulunmaları dolayısıyla 'hilâfet'e değil, imâmete inanmış olmalarındandı. Yâni onlar, mezhepleri îcâbı olarak, Osmanlı hükümdarını halîfe sıfatıyla tanımak istemiyorlardı. Buradaki bâdirenin temel sâiki budur. Arap Yarımadası, kâhir ekseriyetiyle Sünnî olduğu cihetle burada asırlar boyunca sulh ve sükûnet devâm etmiş, karışıklık ancak İttihâtçılar'ın devlete hâkim olmasından sonra ortaya çıkmıştır. Bundan daha önce görülmüş olan birkaç Vehhâbî hareketi de Yemen'deki gibi ve fakat ondan farklı bir ictihâdın netîcesidir. Üstelik çok mevzî kalmıştır. Anadolu'daki Celâlî isyanları gibi taaddüdü mevzu-i bahs değildir. Celâlî isyanları, ilk isyan eden grubun başında Celâl isminde bir Alevî bulunduğu için bu ismi almış ve zaman zaman tekerrür etmiş ise de bugün hiç kimse Anadolu Alevîleri'ni, bizi arkamızdan vurmuş olmakla ithâm etmemektedir. Hattâ biz Yunan'la harb ederken Konya'da isyân zuhûr etmiş ve güçlükle bastırılabilmiştir. Bunun benzerleri Yozgat, Bolu, Düzce vs. yerlerde de tekerrür etmiştir. Bugün kimse çıkıp da Konyalılar'a, Düzceliler'e, Yozgatlılar'a.. ilh.: "-Siz Türk-Yunan Harbi gibi buhranlı bir zamanda bizi arkadan vurdunuz!.." diyerek bir târizde bulunmamaktadır.
İbnürreşit Osmanlı'ya bağlıydı
Medine müdâfîlerinin yanında aşîreti, itibarı ve çıkarabileceği silahşör sayısı Şerif Hüseyin ile kıyaslanmayacak durumda olan Şammarî aşireti reisi İbnü'r-Reşid gibi bir şahsiyet vardı. İngilizler, burası ona bırakıldığı takdirde de kendi adamları olan Şerif Hüseyin nâmına mücadele edeceklerdi. Hakîkaten Mısır'dan kaldırdıkları uçaklarla Medine halkı üzerine propaganda broşürleri atmış ve bölge Şerif Hüseyin'e teslim edilmediği takdirde Harem-i Şerif'in bombalanacağı tehdidinde bulunmuşlardı. Bundan endişe eden birtakım subaylar, direnmekte ısrar eden Fahreddin Paşa'nın huzuruna avuçlarında mangal külü dolu olduğu hâlde girerek selâm verir gibi bir hareketle külü onun gözlerine serpmişler, elini kolunu bağlamışlar, kendisini Şerif Hüseyin'e teslîm etmişlerdir. Ceziretü'l-Arab elimizden bu suretle çıkmıştır. Irak havâlisinde İbnür-Reşid emsâli mahallî aşiret reisleri çoktur. Bunlardan biri de Uceymî Sâdun Paşa'dır
İngilizler'e kök söktürdü
Arap ihaneti palavrasına en susturucu cevap Uceymî Sâdûn Paşa'dır. Bunu, Cemal Kutay'ın yayınladığı 'Tarih Konuşuyor' adlı dergiden ve bir görgü şahidinin ağzından arzediyoruz. Görgü şahidi Demokrat Parti devrinde Sakarya milletvekilliği yapmış Hamza Osman Erkan'dır. (Bak: Cemal Kutay, Son Havadis gazetesi, 15 Temmuz 1978) Hamza Osman Erkan, meşhur Şeyh Şamil'in Medine muhafızlığı yapmış olan damadı Osman Paşa'nın torunudur. Görgü şahidinin ifadesiyle bir sâdık Arap liderinin yaptıklarını dinleyiniz:
"Birinci Dünya Harbi'nin ilk haftalarında, 'Teşkilât-ı Mahsusa' hücum taburları Reisi Süleyman Askerî Bey'in maiyetinde Kafkas cephesine gitmek üzere iken vak'alar ve hâdiseler bizi Irak'a sevketmişti. Müntefik mutasarrıflığının merkezi olan Nâsırıyye'den Nuhayle çöl karagâhına Ferhan isminde yerli bir kılavuz ve birkaç Kerküklü jandarma ile gidiyorduk. Nuhayle mevkiinde setir kuvvetlerimiz kumandanı Yarbay Seyfullah Bey'e ve aşâiri teşkilatlandırmak vazîfesiyle yanında bulunan 'Teşkilât-ı Mahsûsa' subaylarından Fâtihli Lutfi Bey'e merkezin gizli bir emrini ve bir miktar para götürüp avdet edecektik. Yolculuğumun üçüncü günü idi, şiddetli bir kum fırtınası esiyordu. Mukâbil taraftan kum rüzgarının içinden bir süvari müfrezesinin bize doğru geldiğini gördük.
"-Aşiret atlıları", "-Hayır, süvari, asker" diye tahminlerde bulunurken, atlılar müthiş bir kum rüzgarı şeklinde birkaç saniye içinde yanımıza yaklaştılar. Bunlar, 30 yaşlarında, kibar yüzlü, buğday çehreli, parlak siyah gözlü, çok zeki bakışlı, zayıf, nahif bir aşiret reisi ile muhafızları idi. Mütekâbilen durduk, selamlaştık, bir an sükut içinde bakıştık. Genç aşiret reisi, çok tatlı bir sesle bir arzumuz olup olmadığını sordu, büyük bir tevâzu ve nezaketle: -Bana bir emriniz var mı? Yanınıza adamlarından birkaçını tefrik edeceğim, dedi ve sonra eliyle selam işareti vererek hızla ayrıldı. Kim olduğunu iyice bilmediğim bu kibar çöl şövalyesi kayboluncaya kadar arkasından manyetize olmuş halde bakakaldım, yanımdaki kılavuza sordum:
'-Kim bu adam?'
-'Necidî hudutlarına kadar ahkâm ve emirleri kayıdsız ve şartsız cârî olan Şeyhlerin Şeyhi Emir Uceymî Sâdûnî işte budur. Emir Sâdun Paşa'nın oğludur. Asalet, servet, mertlik ve şecaatiyle Irak'ta meşhurdur.
Bağdat'tan beri menkıbe ve hikâyelerini işitmekte olduğumuz, düşman kuvvetleri ileri karakollarının rüyalarına giren ve uykularını kaçırarak dehşet uyandıran Müntefik aşiretleri reisini o gün ilk defa görmüş oluyordum. ..Basra'nın tahliyesinden sonra anavatanla irtibat ve münasebetleri tamamen kesilmiş olan ve çok fâik kuvvetler karşısında kahramanca müdafaalardan sonra merkezden verilen emir üzerine çekilmek mecburiyetinde kalan fedakar cenub müfrezemizi ıssız bir çölden geçirerek muhakkak bir esaretten kurtaran Uceymî Paşa'dır.
İngilizler Basra'yı işgal ettikten sonra Uceymî Paşa'ya mektub göndererek Türkler'den ayrılıp Irak'a kurtarıcı olarak gelen ordularıyla teşrik-i mesai ettiği takdirde istiklalini aldığı zaman Irak tahtının uhdesine tevdî olunacağı va'd olunuyordu. Büyük Britanya hükümet-i fâhimesi namına yapılan bu teklif Uceymî Paşa'nın 24 saat sonra İngilizler'e yaptığı müthiş bir baskınla cevaplandırılıyordu. İşte bu asil çöl çocuğu tâ Basra kapılarından Urfa'ya kadar ordumuzun kahraman bir muavini olarak harb ede ede çekilerek geldi. Daha sonra Millî Mücadele'nin ilk ve felaketli günlerinde Diyarbakır'a ve orada'ya gelerek vatanın hizmetine koşmuş, cenub hududlarımızda mühim ve unutulması küfrân olacak hizmetler etmişti. Büyük zaferden sonra Urfa'da Atatürk'ün emriyle hükümetimizin kendisine verdiği bir çiftlikte ziraatle iştigal ettiğini işitmiştim." (Bak: Tarih Konuşuyor Dergisi, Temmuz 1964, Sayı:6)
ATATÜRK'TEN UCEYMÎ PAŞA'YA
Mustafa Kemal Atatürk'ün Uceymî Sâdun Paşa'ya yazdığı telgraf:
"Irak Şeyhu"l-meşâyihi Uceymî Sâdun Paşa Hazretlerine, Diyarbekir'e teşriflerinizi istibşâr (müjdelemek) ile harb-i zâilde (bitmiş olan harpte) ikinci ordu kumandanlığı ile Diyarbekir'de ve dördüncü ordu komutanlığı ile Halep'te bulunduğum sıralarda nesl-i necîbinize (temiz soyunuza) has olan evsâf-ı merdânelerini (yiğitlik vasıflarını) duymuş ve mine'l-giyâb (gıyâben) şahsiyet-i muhteremelerine karşı büyük bir muhabbet-i kalbiye hâsıl eylemiştim. Bütün cihân-ı İslâm'ın iki gözbebeği olan -Türk ve Arab milletlerinin- iftirak (ayrılık) yüzünden ayrı ayrı zayıf olması, ümmet-i Muhammed için şanlı bir halde buna karşın elele vererek ümmet-i Muhammed'in hürriyet ve istiklâliyeti uğrunda mücâhede eylemek bizler için farz-ı ayndir. Unsurların sufûf (saflar) ve an'anâtını siyânet (ananelerini korumak) ile istilâcıların esaretinden tahlis-i girîbân eylemeye (kurtulmaya) mücâhedâtınızda zât-ı necîbânelerinizle beraber olduğumu arz ederim. Bu bâbdaki mütâlalarımın onüçüncü kolordu vâsıtasıyla işârı sûretiyle müdâbele-i efkâretmeyi (görüş alış verişinde bulunmayı) rey-i necîbânelerine terk ile takdim-i ihlâs eylerim efendim." 15 Haziran 1335 (1919) Üçüncü Ordu Müfettişi MUSTAFA KEMAL
Suriye ile federasyon
Fransız mandasına girmek istemeyen Suriyeliler Ankara'ya temsilci yolladılar. Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa federasyon için yeşil ışık yaktı, ancak gerçekleşmedi. Önceki yazımızda Irak havalisinde Uceymi Sadun Paşa'nın Osmanlı Devleti'nin yanında İngilizlere karşı verdiği mücadeleyi anlatmıştık. Gelelim Filistin ve Sûriye havâlîsine.. Bu havâlide Ordu Kumandanı sıfatıyla bulunan İttihat Terakkî reislerinden Cemâl Paşa, "Deriye Dîvân-ı Åli-yi Örfîsi" kararlarıyla pek çok Sûriye ileri gelenini Fransızlarla teşrîk-i mesâi etmek töhmetiyle astırmıştı. Fakat bundan dolayı, Sûriye halkı hiçbir zaman:
"-Türkler bize şöyle zulmetti, böyle zulmetti dememiş, haklı veya haksız sâdece Cemâl Paşa'yı ithâm etmekle iktifâ etmiştir. Bugün de aynıdır. Bize ne oluyor ki, bir Şerif Hüseyin'i dilimize dolayarak bütün Arapları ihânetle ithâm etmeye devâm ediyoruz. İngilizler dağılan imparatorluklarını, yeni Dünya şartlarında 'Commenwelt' adıyla bir birlik hâlinde ayakta tutmaya çalışmışlardır.
Faysal Ankara'ya kurye yolladı
Suriye halkı Fransız idâresi altına girmek istemiyor, nisbî bir muhtâriyetle veya kayıtsız şartsız bizimle birlikte bulunmak düşüncesine sâhip bulunuyordu. Bu keyfiyeti Mustafa Kemâl Paşa Birinci Büyük Millet Meclisi'nin 24 Nisan 1920 (1336) târih ve Cumartesi günkü gizli celsesinde uzun uzun anlatmakta ve şöyle demektedir:
"...Sûriye'de İngilizler ve Fransızların tarz-ı idâresine, muhakkirâne idâresine hedef olduktan sonra bu aksamdaki (kısımlardaki) ehl-i İslâm, pek büyük bir hatâya dûçâr olduklarını takdîr ettiler ve onu müteâkip bir kısmı kendi dâhillerinde müstakil olmak ve yine bir sûretle, bir şekilde câmia-yı Osmâniye dâhilinde bulunmak cihetini düşündüler. Bittabî, makâm-ı muallâ-yı hilâfete karşı olan merbûtiyetleri (bağlılıkları) cümlemiz gibi bütün ehl-i îmân için bir vazîfe-i mukaddese idi. Diğer bir kısmı daha da ileri gittiler. Bize hiçbir şekil ve sûrette istiklâlin lüzûmu yoktur. Biz halîfemiz ve pâdişâhımıza merbût (bağlı) olarak câmia-yı Osmâniye dâhilinde bulunacağız, dediler..."
"...Binnetîce Emir Faysal (Şerif Hüseyin'in oğlu) dahî husûsî murahhaslarını bizimle temâsa geçirdi. Dedik ki:
"-Hudûd-ı millîmiz dâhilinde bulunan menâbi-i insâniyyeyi (insan kaynaklarını) ve menâfi-i umûmiyeyi (umûmî menfaatleri) hudûdumuzun hâricinde isrâf etmek istemeyiz. Fakat ittihad, kuvvet teşkil edeceğinden bütün âlem-i İslâm'ın mânen olduğu gibi maddeten de müttefik ve müttehid olmasını şüphe yok ki büyük bir memnûniyetle karşılarız ve bunun içindir ki bizim kendi hudûdumuz dâhilinde müstakil olduğumuz gibi Sûriyeliler de hudûdu dâhilinde ve hâkimiyet-i milliye esâsına müstenid olmak üzere serbest olabilirler. Bizimle îtilaf (uzlaşma) veya ittifâkın fevkinde bir şekil ki federatif veya konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat peydâ edebiliriz.
Halk da uzlaşma istedi
Ahâlî bunu arzuları fevkinde lehlerine telakkî etmiş olacaklar ki, Emir Faysal milletin bu arzusu karşısında kendi emellerinin sarsılmakta olduğuna vâkıf oldu ve mürâcaatları bunun üzerine oldu. Sûriye dâhilinde bâzı ef'âl ve herekât bittabî mesmûunuz olmuştur. İşte bu fiiliyât başladıktan sonra Emir Faysal sühûletle (kolaylıkla) tesis-i hâkimiyet edemeyeceğini ve Fransızlar da bir müstakil devlet hâlinde orasını kolaylıkla kullanamayacaklarını zannettiler ki; ağleb-i ihtimâl (gâlip ihtimâl) müştereken ahâlîye demek istediler ki, biz de sizin fikrinizdeyiz. Ancak bizim yaşamak için paramız yok ve hâricin tazyîkâtına mukâvemet edecek vesâitimiz yoktur. Türkiye bunu temin ederse biz Fransızları memleketimizden kovabiliriz. Bunu biz samîmî telakkî etmedik. Onun için vukû bulan siyâsî mürâcaatta biz de siyâsî cevap vermiş bulunduk. Ancak hakîkî irtibat hükümet şeklinde değil, fakat Sûriyelilerle olmuş oldu. Ve oradaki bu hareket, hakîkaten bize mânevî kuvvetle berâber maddî kuvvet zammetmiştir. Hudûd-ı millîmizin cenûb cephesindeki harekâtı nazar-ı dikkatten geçirecek olursak bu fiiliyâtın semerât-ı maddiyyesini görebiliriz..."
ATATÜRK, ŞEYH SÜNÛSİ'YE NE DEDİ?
Ahmet es-Sünusi, Anadoluyu vilâyet vilâyet dolaşmış, câmilerde vaazlar vererek millî mücadeleyi desteklemiş ve bir çok gencin cepheye gitmesine âmil olmuştur. Bunu, Türkiye'den ayrılacağı sırada Ankara'da şerefine tertib edilmiş bulunan toplantıda, M. Kemal Paşa uzun bir konuşma ile anlatmıştır ki, bu konuşmanın tamamını iktibâsa imkân olmadığı cihetle, şu birkaç cümleyle dikkatlerinize sunalım: "...Kendileri şimdi Afrika'da bulunmuş olsalardı her halde orada düşmanlarımıza vurulacak daha müessir olacaktı. Fakat aramızda bulunmak sûretiyle bize kattıkları mânevî değer orada bulunmaktan daha pek fazladır. Sünûsî tarikatının büyük müessislerinden sonra aramızda mevcûdiyetleriyle bize şeref ve kıymet kazandırmış bulunan büyük din adamı Şeyh Ahmed es-Sünûsî hazretleri, pederleri ve kendileri İslâm dünyasında büyük bir değer taşıyan teşkilatın en mühim sîmâları olarak tarihe geçmişlerdir. Bütün âlem-i İslâm'ın hürmet ve muhabbetini hakkıyla kazanmış olan bu tarikatı ve onun mümtaz mümessilini riyasetinde bulunduğumuz Türkiye Büyük Millet Meclisi nâmına hürmetle selamlar ve kendilerine gösterdikleri necîb alâka ve bizi bu yolda mücadeleye devam husûsunda vâkî teşviklerinden dolayı minnetle anarız. Afrika'nın en tabîi reisini, en selâhiyattâr hükümdarını, ve bize mazideki emsalsiz mücadeleleri ile rehber olmuş Sünûsîleri, kalbimizden gelen en büyük takdir ve takdîs hisleriyle alkışlarız. Şeyh hazretlerinin âlem-i İslâm'da îfâ buyuracakları hidâmâtı (hizmetleri) şimdiye kadar sebkat etmiş hizmetlerinden üstün olacak ve bu sayede İslâm'ın yegane ümidi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti bütün dünya nazarında büyük bir mevkî ihraz edecektir. Kendilerini ve necîp milletlerini gerek şahsım ve gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisi nâmına şükranla selamlar ve teşekkürlerimi arz ederim."
Libya'dan Anadolu'ya gelen mücahit
Bize sâdık diğer bir Arap lideri de şudur: Irken Arap olan, hatta seyyid olan, yani Peygamber soyundan bulunan, buna ilâveten de şimâl-i Afrika'nın en büyük tarîkati Sünûsîlerin şeyhi ve hatta Libya'nın devlet reisi bulunan Şerif Ahmed es-Sünûsî bu 'Arap ihaneti (!) palavrasına' karşı tek başına kâfî gelecek bir misaldir. Kendisi o sırada İtalyan işgaline mâruz kalmış bulunan vatanını müdafaa için silâhlı bir mukâvemet hareketinin başındaydı. Buna rağmen halîfenin davetine icâbetle İstanbul'a gelmiş, lakin harbin nihayete ermek üzere bulunması sebebiyle düşünülen hizmeti îfâ etmesine imkan olmamışsa da, az sonra zuhûr eden Türk-Yunan harbi dolayısıyla M. Kemal Paşa'nın büyük ölçüde takdirlerini celb eden hizmetleri sebkat etmiştir.
SÜNÛSİ, ATATÜRK'E NE CEVAP VERDİ?
Mustafa Kemal Paşa'nın yaptığı konuşmaya Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sünûsî, Türk milletini göklere çıkaran iltifatlarla mukâbele etmiş ve bu uzun konuşmasını şu cümleyle bitirmiştir:
"-Sizinle beraber mücadele eden ve muvaffakiyetinize duâ eden bir insanım. Gayemiz İslâm'ın îtilâsıdır (yükselişidir). Bu sebeple her sûrette ben ve memleketim hizmetinize âmâdedir. Allah muîniniz, Hazret-i Peygamber şefaatçiniz olsun. Amin."
Bu ailenin diğer bir ferdi olan Şeyh İbrahim bin İdris es-Sünûsî, biz muhâtaralı bir şekilde Sakarya'da Yunan'la harp ederken te'lîf eylediği "Parıldayan Nûr" isimli eserinde bizim hakkımızda şu takdirkâr sözleri söylemekteydi:
".... Yeri gelmişken şunu tam bir gerçek olarak arz ve itiraf etmemiz lazımdır ki, bu gün İslâm milletleri arasında en kuvvetlisi ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idare yönünden en ümid vericisi, Türk milletidir. Binâenaleyh bütün İslâmî harekât ve dayanışmanın kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk milletini bu yakın alaka ve müzâherete ve bu çok mühim vazifeye ehil kılan bir çok târihî ve stratejik imtiyazlar vardır. Hilafeti temsil etmiş olması bütün âlem-i İslâm'ın kalbgâhı olan Haremeyn civarının hâdim ve hâmisi olmak şerefine sahip bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz bulundurması, asırlar boyunca İslâm'ın alemdârlığını yapmış olması ve onu Rabbânî bir lütufla her türlü tehlike ve saldırıştan koruması, nihayet hâl-i hazırdaki tutumunun hâlâ ümid verici olması gibi sebepler bu büyük milleti bu günde İslâmî hareket ve dayanışmanın ve İslâm âlemi için çırpındığımız topyekun kurtuluşun kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir. Türkiye'nin ve İslâm âleminin kurtuluşu, Allah'ın izniyle, ancak Müslüman Türk milleti sayesinde olabilir ve böyle de olacaktır."
Şehzadeye Filistin teklifi
1948'de İngilizler Filistin'de federal bir Arap-Yahudi devleti kurarak çekilme düşüncesine ağırlık verdiler. Kurulacak devlette Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edilecekti.
Filistin cephesinde üç ordumuz vardı: Dördüncü, yedinci ve sekizinci ordularımız. Bunlardan 4. Ordu'nun geriye çekilmesi üzerine İngilizler yedinci ve sekizinci orduları -aşağı yukarı kâmilen- imhâ ettiler. Asker perişan kitleler hâlinde Şam'a çekildi. Fakat burada da tutunmak imkânı kalmayarak kuzeye doğru dağınık kâfileler hâlinde ilerledi. İngilizler, kuvvetlerini ikiye ayırarak bir kısmını Musul istikâmetinde, bir kısmını ise Filistin'e doğru harekete geçirdiler. 1918'in Eylül ayı sonlarıydı. Bu askerî mağlûbiyetin netîcesindedir ki, devletimiz 30 Ekim 1918 târihli Mondros Mütârekenâmesi'ni imzâlamıştır. General Allenbi kumandasındaki İngilizler Kudüs'e girdiklerinden az bir zaman sonra, İngiliz Hâriciye Nâzırı Lord Balfour bir beyannâme yayınlayarak Filistin'e Yahudi göçüne kapıları açmıştır.
Bol para verip toprak aldılar
O târihe kadar Kudüs civârında âzamî 50-60 bin Yahudi varken bu sayı sür'atle çoğalmaya başladı. Yeni köyler, çiftlikler tesis ediliyor ve bu da birçok ihtilaflara sebep oluyordu. İngilizler'in Araplarla münâsebeti ve binnetîce menfaati vardı. Bu sebeple iki yüzlü bir siyâset tâkip ederek kâh Araplar'ın, kâh Yahudiler'in gönlünü almak yolunu tutuyordu. Filistinli Araplar, Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseynî'nin etrâfında toplandılar, onun teşvikiyle tedhişçi bir milis kuvveti hâline geldiler. Karışıklıklar, İngiliz idâresini müşkil durumda bırakıyordu. Yahudiler de mukâbil bir askerî düzenlemeyi gerçekleştirmekte geç kalmadılar: Hagânah Teşkilâtı... Bu yarı milis, yarı asker mukâbil teşkilatla Emin el-Huseynî ve adamlarına büyük zâyiât verdirmeye başladılar. Emir Faysal'la Yahudiler arasında imzalanan anlaşma ortalığı yatıştırmadı.
Filistin'e bir kral namzedi
İngilizler'de Filistin'de federal bir Arap-Yahudi devleti kurarak oradan çekilme düşüncesi ağırlık kazanmaya başladı. Araplar üçte iki ekseriyetle temsil edileceklerdi. Devlet reisinin Arap olmasını Yahudiler, azınlık olan Yahudiler'den bir devlet reisi seçilmesini ise Araplar kabûl etmezdi. Çâreyi İngilizler'le Yahudiler müştereken şöyle buldular: Federal Arap-Yahudi Filistin devletinin, devlet reisi bir Osmanlı şehzâdesi olmalıdır. Bunu Yahudiler uygun gördüler. Araplar'ın da uygun bulacağı düşünüldü. Mısır'da olan Şehzâde Mahmud Şevket Efendi üzerinde karar kılındı. Şevket Efendi, Sultan Aziz'in oğlu Seyfeddin Efendi'nin mahdûmu idi. Hânedân, vatan-ı azîzinden tard edildikten sonra Mısır'a yerleşmişti. İyi yetişmiş, siyâsî ahvâli kavramakta ve tahlil etmekte mâhir ve faal bir insandı. Bu vasfı sebebiyledir ki, daha sonra Nâsır ondan endişe edecek ve kendisini Mısır'dan tard edecekti. Şevket Efendi, Mısır'dan çıkarıldıktan sonra Fransa'nın bir kasabasında oturuyordu. Burada Cezâyir istiklâlinden sonra Fransa'ya göç eden Araplar'a bir rehabilitasyon merkezi kurulmuş bulunuyordu ki; oniki dil bilen kızı Nermin Sultan'a tercümanlık vazifesi verilmişti. Şevket Efendi'yi, 1965'de Fransa'da ziyâret ettim. Ona Filistin krallığı meselesini de sormuştum.
İNGİLİZLER HÜKÜMET KURACAKLARDI
1965'de Osmanlı şehzadesi Mahmut Şevket Efendi ile yaptığımız röportaj:
-Size Filistin'de hükümdarlık teklif edilmiş, değil mi efendim?
-1948 senesindeydi. İngilizler, Filistin'den çekiliyorlardı. Çekilmeden önce, orada yerli bir hükümeti kurmak istemişlerdi: Bir Filistin hükümeti. Fakat bu, ne bir Arap ve ne de bir Yahudi hükümeti olacaktı. Şüphesiz, orada büyük çoğunluk o zamanlar Araplar'da idi. Gayet az miktarda da Yahudi vardı. İngilizler, bu iki ceamatten müteşekkil bir hükümet teşkilini düşünmüşlerdi. Araplar bunu kabul etmediler. O zaman Araplar'ın, eski Kudüs Müftüsü Emîn el- Hüseynî'nin riyâseti altında 'Lecnetü'l-ulyâ el-Arabiye-t-ül Filistiniyye' adında bir cemiyetleri vardı. Teklif edilen devlette her hususta Araplar üçte iki, Yahudiler ise üçtü bir nisbetinde temsil edileceklerdi. Bu cemiyetin vâkî teklifi reddetmiş olmasına mukabil, Yahudiler kabul ediyor ve büyük bir tehalük gösteriyorlardı. Zira, Yahudiler azınlıktaydılar. Fakat kuvvetli bir azınlık!... Araplar ise, onlardan pekçok fazla idiler, amma bu sadece bir sayı üstünlüğü idi. Başkaca bir mânâ ifâde etmiyordu.
Bu iş için Araplar'la Kâhire'de temasa geçen İngilizler, hiçbir müsbet netice elde edemediler. Emin el-Hüseynî'nin riyaseti altındaki Arap liderlerinden müteşekkil bu onüç kişilik cemiyet, teklifi kabule yanaşmamışsa da müzâkereyi devam ettiriyordu. Bu cemiyet mensuplarından müteşekkil bir hey'et bu maksatla Londra'ya gönderilmişti.
Bu mes'elenin Araplar'la İngilizler arasındaki müzakereleri Londra'da devam ederken ben o zaman Mısır Başvekili olan Mehmed Mahmud Paşa'nın evinin karşısındaki bir apartmanda oturuyordum. Londra'ya giden Araplar, yine hiçbir netice elde edemeden Kahire'ye dönmüşlerdi. Tam o arada bir gün vaktiyle İngilizler'le münasebette olduğunu sonradan işittiğim bir Türk bana telefon etti. Ve dedi ki:
'-Sizi muhakkak görmek istiyorum. Lütfen beni kabul eder misiniz?'
O ana kadar Mısır'da yaşadığı ve bir Türk olduğu halde kendisini tanımazdım. Fakat nasıl:
'-Sizi tanımıyorum, gelmeyin!...' diyebilirdim. Üstelik telefon eden bir vatandaşımdı. Bu sebeple:
'-Buyurun!..' dedim.
Adamcağız az sonra çıkıp geldi. Kelli felli bir adamdı. Otomobilli, şoförlü filândı. Karın, göbek de o biçim. Parmağında güzel, iri taşlı pırlantalı mırlantalı eski sistem yüzükler vardı. Bir erkeğin parmağında da böyle kadın gibi mübalâğalı yüzükler bulunsun, doğrusu akıl alacak bir şey değil. Nihayet dedi ki:
'- Efendim, burada Yahudi 'Hagana' Cemiyeti'nin bir mümessili var.'
Sözünü keserek:
'-Peki bundan bana ne?,..' diye karşılık verdim.
'-Yoo...' dedi. 'Sizinle görüşmek istiyor.'
'- Allah, Allah!.. Yahudi Hagana Cemiyeti'nin mümessilinin benimle ne alâkası var, niçin görüşmek ister?..'
'-Zararı yok' dedi. 'Herhalde bir söyleyeceği olmalı. Ne söyleyeceğini ben bilmiyorum ama, bir kere görüşürseniz iyi olur zannederim.'
Ben ona sorabilirdim. 'Madem ne söyleyeceğini bilmiyorsunuz niçin bu görüşmeye tavassut ediyorsunuz? Sizin bu Yahudi cemiyeti ve onun mümesssili ile münâsebetiniz nedir?' Nezaketsizlik olmasın diye sormak istemedim. Ayrıca da, ben bu işe ehemmiyet atfetmiyor ve adamı baştan savmak istiyordum. Kendisini sırf bir nezaket eseri kabilinden kabul etmiş, konuşuyordum. Onunla da görüşmeyi teklif ettiği, Yahudi cemiyeti ile de hiçbir münâsebetim yoktu ve olamazdı.
'-Vallahi' dedim, 'evet veya hayır diyebilmek için, rica ederim bana bir iki gün müsaade ediniz! Şöyle bir düşüneyim, ondan sonra reyimi size söylerim...'
Kendisinin telefonu vardı.
'-Size telefon ederim beyefendi' diye ilâve ettim.
'-Peki' dedi.
Gayet nâzik ve terbiyeli bir adamdı. Zannedersem evvelce Türkiye'de emniyet şube müdürlerindenmiş. Son derecede zeki ve kurnaz bir kimseye benziyordu.
Tarihî fırsatı kaçırdılar
İngilizler 1948'de Filistin'den çekildikleri takdirde üçte iki Arap, üçte bir Yahudi olmak üzere mahallî bir hükümet kurmayı düşündüler. Hükümetin herşeyi üçte iki nisbetinde Arap, üçte bir nisbetinde Yahudi olacaktı.
Şehzade Mahmut Şevket Efendi ile 1965'te Fransa'da yaptığımız görüşmede Arap-Yahudi devleti fikrinin nasıl akim kaldığını da konuştuk. Dün Mahmut Şevket Efendi'nin Yahudi Hagana Örgütü temsilcisi ile yaptığı ilk görüşmeyi vermiştik. Bu tarihi hadisenin devamını Şehzade Mahmut şöyle anlatıyor:
"Yahudi Hagana Cemiyeti'nden gelen mümessille, İngilizler'e haber vermeden görüşmeyi doğru bulmadım. İngiliz Sefârethânesi'ndeki Philip Taylor'a durumu açtım: 'Ben sizin arkanızdan bu teklifi kabul ederek Hagana Cemiyeti'nin mümessili ile görüşmek istemedim. Araplar'la Yahudiler'den müteşekkil bir hükümet kurmak istediğinizden de haberim var. Bu hal şeklini, Araplar'ın kabul etmediğini, Londra'daki müzarekelerden netice alınamadığını da biliyorum. Acaba sefâret bu hususta ne düşünür?'
'-Bak' dedi, 'ben size bir dostunuz sıfatıyla söyleyeyim ki, bu zâtla görüşün, fakat bu benim söylediğim, hükümet ağzından değil, sefâret ağzındandır. Şimdi lâzım gelen yerlerle görüşür, konuşur, onların bu mesele hakkında ne düşündüklerini size bildiririm.'
Şark İngiliz Orduları Başkumandanlığı büroları ve Sefâret'in alâkalı kimseleriyle görüşerek bana telefon etti ve: '- Size' dedi, 'Kolonel Benster gelecek. O sizi daha fazla aydınlatabilir. Kendisiyle görüşüp konuştuktan sonra bir karara varırsınız!...'
Kolonel Benster çıkıp geldi; 'Ben Wilson (İngiliz Başkumandanı) ile görüştüm, bu hususta tam bir salâhiyetim vardır. Siz, Lord Clarn'e (Kahire'deki İngiliz Sefiri) değil bana bakın, benim söylediğimi yapın!. Siz lütfen, bu Yahudi Hagana Cemiyeti'nin mümessili ile görüşün! Kendisini dinleyin, istediği neyse bundan bizi haberdar edin!'
İngilizler çekilecekler
O gitti. Teklifi getiren Türk'e telefon ettim.. Biraz sonra ikisi birlikte geldiler. Mümessilin ismi de Mister Shivery idi. Bu Yahudi, İngiliz ordusunda nüfuzlu bir binbaşı imiş. Adam derhal söze başladı. '-Bak' dedi, 'İngilizler 1948 senesinde Filistin'den çekilecekler. İstiyorlar ki; orasının geleceği için şimdiden ciddî bir adım atsınlar. Orada üçte iki Arap, üçte bir Yahudi olmak üzere mahallî bir hükümet kurmayı düşünüyorlar. Hükümetin bakanları, polisi, jandarması, memuru, hâsılı herşeyi üçte iki nisbetinde Arap, üçte bir nisbetinde de Yahudi olacak! Araplar, bu teklifi kabul etmiyorlar. Biz kabul ediyoruz. Böyle bir devletin reisinin, Arap olmasını istemiyoruz. Hele Yahudi hiç olmasın! Çünkü Araplar kabul etmezler. Mısır kral ailesinden bu iş için birisini seçmek istiyoruz. Bu zâtı da bulduk, Prens Abbas Halim!. Prens Abbas Halim kabul etmiyor. Mısır hükümeti bu işe mâni oluyor. Kurulacak bu Filistin devletinde, devlet reisi olmayı kabul eder misiniz?'
Ben tabiatiyle çok şaşırdım. Çünkü Filistin kat'iyyen aklımdan bile geçmezdi. Ahâlisinin bir kısmı Arap, diğer kısmı ise Yahudi'dir. Ben ise bir Türküm. Allah, Allah!.. Bu nasıl olur? Dedim ki: '- Bana müsaade edin, bir iki gün sonra ben size haber veririm.'
Aziz Mısri Paşa destekliyor
Ertesi günü kendisine telefon ettim. Onu çağırmadan önce İngilizlerle temas etmiş ve durumu bildirmiştim. Misler Shivery'ye dedim ki: '-Benim Filistin'le hiç bir alâkam ve ona dair hiçbir düşüncem yoktur. Hiç!... Ben bir yabancıyım. Siz Yahudi'siniz. Devlet reisi olmamı siz istiyebilirsiniz, acaba Araplar ne diyecekler? Bu zorla olacak bir iş değildir. Araplar'la Yahudiler'in ittifakıyla olabilir. Bu nasıl gerçekleşebilir, onu da, bilmiyorum, bu sebeple bu işe niyetli değilim. Böyle ihtilaflı bir meseleye, karışmak istemem.'
'- Peki' dedi. 'Madem ki Araplar'ın kabul edip etmemesi noktasında tereddüde düştüğünüz için karışmak istemiyorsunuz, o halde önce onlarla temasa geçiniz!'
'- Pekâlâ, öyle olsun! Tekrar haberleşiriz' dedim. Mes'eleyi Araplar'a açmak için bir vasıta düşünmeye koyuldum. Hatırıma meşhur Aziz Mısrî Paşa geldi. Araplar üzerinde son derecede nüfuzlu bir kimseydi. Paşa, bu habere çok sevindi. '-Ben' dedi, 'Araplar'ı buraya çağırırım. Mes'eleyi kendiniz anlatırsanız iyi olur.'
İki gün sonrası idi. Vâki davete hepsi gelmişti. Bunlar İngilizler'le anlaşmak için Londra'ya kadar gitmiş olan Arap liderleriydi. Paşa, mes'eleyi onlara izah etti. Dedi ki: '-Bakınız, yarın Araplar'la, Yahudiler arasında patlayacak olan uzun mücâdelenin en kestirme yolu budur. Yoksa ileride daha fena olacaktır. Bunu kabul etmelisiniz.'
O toplantıda muhataplarının çoğu Paşa'ya 'evet' demişti. Az bir kısmı ise 'hayır' dememişler, fakat müstenkif davranmışlardı. Paşa, onların tereddüdünü görünce, 'Bunu kabul etmelisiniz' diye ısrar etti. Bunlar da cevap olarak:
'-Müftü ile konuşalım. Hey'etimizin reisi odur. Biz sâhib-i selâhiyyet değiliz!' dediler. Paşa: '-Peki' dedi, 'Konuşun görüşün, fakat vakit kaybetmeyin!'
İnat Yahudiler'e yaradı
Ben bunu başlangıçta istememiş, arzu etmemiştim. Sonra düşündüm ki, Araplar'la asırlarca beraber yaşamıştık. Dinimiz, örf ve âdetlerimiz bir, çok şeyimiz beraberdi. Gerçekleştirilmek istenen teklif de onların muhakkak ki lehinde idi. Yarın orası Türkiye'ye karşı birinci derecede bir üs olabilirdi. Bu sebeple sonradan taraftar oldum. Kısmet değilmiş, iş bu şekle girince İngiliz süngüsüne istinad ederek ahâlinin kendi dinimden olan ekseriyetine karşı ve onlara rağmen bir hareketi gerçekleştirmeyi doğru bulmadım. Benden başkası olsa, bu son teklif istikametinde hareket ederdi. Böyle bir şeye girişmeyi vicdanıma sığdıramadım. İngilizler de iş bu şekli alınca, öteden beri mâni oldukları Arap muhaceretine bigâne kalmaya başladılar. Onlar da fırsatı ganimet bilip oradan bir an önce çıkmaya koyuldular.
Yahudi göçüne teşvik
Diğer taraftan Yahudi göçüne karşı müsamahakâr davranmaya hattâ onları bu iş için teşvik bile etmeye başladılar. Bu sûretle dünyanın her tarafından İkindi Cihan Harbi'ni görmüş, tecrübeli, mütefennin, iyi yetişmiş Yahudiler'in akın etmesiyle Filistin'deki nüfus dengesi değişmeye yüz tuttu! Bunlar Araplar'ın veya bizim bildiğimiz o eski Yahudiler değildiler. Cesur, komitacı, azimli ve çalışkan insanlardı. Biliyorsunuz kısa zamanda oraya hâkim oldular ve altı gün içinde de Araplar'ı ummadıkları bir mağlûbiyete uğratarak perişan ettiler. Allah korusun belki bilmem daha beter neler de olacak! Bugünkü harbler artık bambaşka olmuştur."
İngilizler, ânî bir kararla, "-Ne haliniz varsa görün!" kabîlinden bir hissiyât ve düşünceyle ânî bir sûretle Filistin'den çekildiler. Bunu müteâkiben zaten hazır olan Yahudiler, 14 Mayıs 1948 tarihinde bütün dünyaya Filistin'de bir "Yahudi devleti" kurulduğunu ilan ettiler. Arap devletleri hariç hemen hemen bütün dünya, kurulan bu devleti tanımakta gecikmedi. II. Cihan Harbi'nden sonra İngiliz imparatorluğunun -âdeta- tasfiyeye uğradığını gören siyonistler, Amerika'nın yıldızının yükseldiğini farketmiş ve bu ülkeye intikal etmeye başlamışlardı. Bundan böyle daha önce İngilizler'in desteğiyle yürüttükleri siyasetlerine, daha yeni ve müessir bir destek elde etmiş bulunuyorlardı.
İNGİLİZLER ŞEHZADEYİ SIKIŞTIRIYOR
Şurada burada Araplar resmen İngilizler'e karşı isyan halinde bulunuyorlardı, İngilizler bu pürüzlü ve ihtilaflı mes'eleyi bir an önce sağlam bir esasa bağlamak hususunda acele ediyorlardı. Orada oturan Yahudiler ise İngilizler'in, ekseriyetle Araplar'ın teşkil edeceği bir devlete taraftar olmalarından dolayı onlara diş biliyor ve bâzı huzursuzluklar çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Bu sırada doğrusu İngilizler'in Araplar'a büyük bir yardımı da olmuştu. Filistinli Araplar'ın hicretlerine mâni oluyorlardı. Diğer taraftan da Yahudiler'in gelip oraya yerleşerek, ekseriyet teşkil etmelerini önlüyorlardı. Gerçek budur. Bu yüzden Yahudiler İngilizler'e karşı suikastlara, sabotajlara teşebbüs ediyorlardı. Bundan huzursuz olan Araplar, İngilizler'in mâni olmasına rağmen çeşitli yollarla oradan kaçıyorlardı. Malını satan, bir yolunu bulup, sıvışıyordu. Bunlar ekseriyetle Filistin'in mal mülk sahibi zenginleriydiler. İşler böyle uzayınca Yahudiler fenâ halde sinirlendiler, kendilerinin kabulünü muvafık görmedikleri bir teklifi dahi Araplar'ın kabul etmeyerek daha fazlasına talib görünmeleri onların, giriştikleri sabotaj, mal mülk satın alma, sûiskast gibi çeşitli faaliyetlerini artırmalarına sebep oldu. Araplar'dan iş çıkmadığını gören Weismann gitti. Arkasından Shivery de gitti. Ortada İngilizler'le ben kaldım. Meğerse müftü, bana mektubu göndermekle beraber, adamlarına başka türlü söylemiş. Bu işin kabul edilmemesini bildirmiş. Demek ki müftü iki yüzlülük ediyordu. Shivery ve Weismann gidince, İngilizler, bana yeni bir teklif yaptılar. Bu da şu idi: Henüz Filistin'den çekilmemiş olan İngiliz Ordusu'nu arkama alarak, oraya gidip 'Filistin Hükûmeti'ni ilân etmem arzu ediliyordu. Kabul etmedim. Araplar ekseriyette, Yahudiler ise ekalliyette idi. Yahudiler istiyor, Araplar'sa taraftar değildi. Ekalliyetin istediğini gerçekleştirmek için ekseriyetle çatışmak mecburiyeti hasıl olacaktı. Üstelik bir müddet sonra İngiliz Ordusu çekilecekti. O zaman ben, kurulacak olan hükümeti devam ettirebilmek için Yahudiler'le beraber mi hareket edecektim?! Sizler benim yerimde olsaydınız, bunu kabul edip Yahudiler'le bir olup kendi dindaşlarınız olan Araplar'a karşı çıkar mıydınız? İşte ben de bu düşüncelerle bu teklifi sûret-i kat'iyyede reddettim, işte işin hülâsası budur.
Kudüs müftüsünden şehzadeye mektup
Aziz Mısrî'nin Araplar üzerindeki nüfuzunu bilen İngilizler rahat bir nefes almışlardı. Filistin dâvasına halledilmiş bir mes'ele nazarıyla bakıyorlardı. Târih huzurunda bir hakikat söyleyeyim: Araplar'ın yaptıkları yaygaralar mübalâğalıdır, İngilizler Filistin'i Yahudiler'e terkederek çıkmak istemediler. Araplar'ın bu husustaki iddiaları asılsızdır, İngilizler hâkim unsuru Araplar'dan olan müşterek bir devlet kurmak istemişlerdir. Maksatları, kendileri çekildikten sonra anarşik hareketlerin sona ermesiydi. Yahudiler'i iyi idare edip etmemek mes'elesi Araplar'ın kabiliyetlerine terkedilmiş olacaktı. Araplar şimdi böyle söylemiyorlar, İngilizler bizi aldattılar, Filistin'i Yahudiler'e terkedip çıktılar, diyorlar. Bu doğru değildir.
Müftüden gelecek cevabı beklemek lâzımdı. Araplar'ın bir 'bukra'ları vardır bilir misiniz? Yarın demektir. Ah ne sonsuz bir şeydir o!... Bukra, bukra diye bizi oyalamaya başladılar. Bir türlü cevap vermiyorlardı. İşte Filistin bu bukralara kurban gitmiştir. Doğrusu bir taraftan da mazurdular. Hallerini görüyordum. Doğrusu kolay karar verilebilecek bir iş değildi. Acaba istikbal ne gösterecekti? Shivery merak içerisindeydi. Bana haber gönderdi, durumu izah ettim. Derken Dr. Weismann geldi. Adamların acelesi vardı. Çünkü İngilizler Filistin'den çıkmak üzereydiler. Binaenaleyh bu oluyor mu, olmuyor mu anlaşılması lâzımdı.
Shivery sabırsızlanıyor
Araplar hâlâ 'Bugün, yarın..' diyorlardı. Shivery sabırsızlanıyordu. Bir gün bana: '- Müftüden haber geleceği yok. Dr. Weismann otelde oturmaya gelmedi', dedi. Müftü Emin el-Hüseynî o sırada Lübnan'da oturuyordu. Bu işle meşgul Türk'lerden birisi kalkıp onun yanına gitti. Müftü demiş ki: '- Bu meseleden haberim var. Ben de Aziz Mısrî Paşa gibi düşünüyorum, ileride başımıza gelecek belâyı önlemek için en kestirme yol budur. Herhalde çok muvafıktır.' Bu cevap üzerine bizim Türk de diyor ki: '- Peki, bu husustaki düşüncenizi bana söylediğiniz gibi bir mektuba yazıp, Şehzade Mahmud Şevket'e bildirseniz iyi olmaz mı?" Müftü bu husustaki fikirlerini bir mektuba yazarak o zata verdi. O da alıp Mısır'a getirdi. Aziz Mısrî Paşa'yı haberdar ettim. Mektubu kendisine gösterdim. '-Bak, işte müftünün mektubu budur; fikirleri de budur!' dedim. Paşa memnun.. Lecne'ye mensup Araplar'ın bir kısmı da çok memnun.. Diğer bir kısmı ise hâlâ karışık ve mütereddit görünüyorlardı. Mütfüden haber gelince, işler hızlandı. Dr. Weissmann dönmek istiyordu. Fakat bukra meselesi bir türlü ortadan kalkmıyor ve bu iş bitmiyordu. Müftünün mektubu kâfi değildi. Hey'etin oturup ekseriyetle karar alması gerekirdi. Bugün yarın, bugün diye diye iş uzayıp gidiyordu. İngilizler de Filistin'den çıkmak için hazırlanıyorlardı.
31 Temmuz 2010 Cumartesi
30 Temmuz 2010 Cuma
Kürşad ATAGUN

Nikola Tesla Ve Gerçekler
Simdi bircogunuzun bu da kim dedigini duyar gibiyim hatta ve hatta bilimsel gelismelerle yakindan ilgili bircok kisi icin dahi ismi cok az gecen bir bilim adami Nikola Tesla... Size biraz ondan bahsetmek istiyorum. Kimdir bu adam? Ne yapmis, bilimseler calismalari neler, bir dahi mi yoksa dikkate alinmamasi gereken tarihin derinliklerinde kaybolmasi gereken bir bilim adami mi? Burada anlatmamizin asil sebebi ne, bilimsel sahsiyetinin onemi mi yoksa kiyamet senaryolarinin nasil gerceklestigini anlamamizi saglayacak kisi mi?
Tesla, 9 Haziran 1856 yilinda Arnavutlukta dogmus Sirp asilli bir bilim adami. Hayati tamamen mucadele ve bilim alanina yeni seyler katmakla gecmis. Fakat 7 Ocak 1943 yilinda patenti kendisine ait olan tam 700 bulusla tarihe gecmis olan TESLA bir otel odasinda yalniz basina bes parasiz olarak olmustur... Hatta ve hatta oldukten sonra dahi bilim alaninda yaptigi onca bulusa ragmen ne hikmetse gizli bir el tarafindan adi ve calismalari ders kitaplarindan bile silinmeye calisilmistir...
Ancak o siradan bir bilim adami degil bugun halen gunumuzde bir cok alanda hatta ve hatta kimine gore elektrik ve elektronik cagi kimine gore de uzay cagi dedikleri gunumuzde halen onun buluslarindan yararlanmakta ve hergun onun bilimsel olarak ifade ettiklerini gunumuzde "cok gizli" ibaresi altinda bir cok devlet arastirip-gelistirmekte daha dogru bir ifadeyle onun insanligin hizmeti icin kullanilmak amaciyla yaptiklarini kendi amaclari icin kullanmaktalar...
TESLA`NIN BULUSLARI
AC Akim Jenaratorleri ve Motorlari, Radyo, Florasan, Radar, MRI, Laser Teknolojisi, Robot Teknolojisi, Deprem Makinasi ve daha niceleri aslinda bu bilimi adami sayesinde gunumuzde kullanilabilmekte.
Sirp asilli olan bu dahi bilim adami aslinda bir elektrik muhendisi ve gunumuzde kullanilan AC motorlari ve akim jenaratorlerinin muciti. Tesla ilk olarak Graz Universitesi`nde fizik ve matematik uzerine calismaya baslamis daha sonra Prag Universitesi`nde felsefe egitimi almistir. Macaristan`da ve degisik Avrupa ulkelerinde elektrik muhendisi olarak calismis ancak buluslarinin anlasilmamasi uzerine 1884 yilinda Amerika Birlesik Devletlerine gelerek calismalarini burada surdurmustur... Kisa bir donem Edisonla da calisan Tesla burada kendisini hazmedemeyen Edison tarafindan bir dusman ilan edilmistir... Daha sonra calismalarina degisik kisi ve kuruluslarca destek verilmesiyle hiz veren Tesla Niagara`da bulunan ve halen faaliyette olan ana enerji santralinin kurucusudur... Gunumuz elektrik santrallerinin ilk kurucusu Tesladir ve hala dunya onun sistemiyle aydinlatilmakta yani AC Akim Jenaratorleri ile...
Ancak Tesla hicbir zaman bu buluslari nedeniyle on plana cikartilmamis veya kasitli olarak calismalari son derece gizli tutulmus degil elbette, onun calismalari aslina zamaninin cok otesinde yani gunumuz icin de kullanilan teknolojinin ta kendisidir... Yaptigi her bulus ile gazetelerde ve bilim dunyasinda yakindan takip edilen bu bilim adami ne hikmetse gunumuzde yeterince tanitilmiyor. Sanki gizli bir el olumunun hemen ardindan onu ve buluslarini dunyadan silmek istemis gibi...
Aslinda bircogumuzun dusundugu gibi Edison ampulu bulmus olmakla elektrigin babasi sayilimakta ancak tarih bize bunun yanlis ogretildigini ve gunumuzde kullanilan elektrik ve elektronik teknolojisinin aslinda babasi TESLA`dir diye adeta haykirmakta... Dunya uzerinde ilk defa elektirigin bir yerden bir yere kablosuz ve cok yuksek miktarlarda iletebilecegini soyleyen Tesla bunu yaptigi buluslarla da defalarca ispat etmis ve patentlemis ancak zamanin en buyuk elektrik isletmecisi olan General Electric`in arkasındaki güç J.P Morgan Tesla`nın kablosuz enerji iletim projesi; enerjinin ücretsiz ve kablosuz olarak doğal ortamlar üzerinden iletilmesi durumunda para kazanamayacak olmasini anlar anlamaz ona sagladigi finansman destegini kesmesiyle bu konuda gelinen basarili noktayi adeta bitirmistir... Eger bu olmamis olsaydi bugun dunyanin heryerinde insanlar elektirigi ya son derece ucuz veya ucretsiz ve yine kablosuz olarak kullanabiliyor olacakti...
Yine Tesla yaptigi calismalarla dunyada ilk defa dunyanin katmanlarindan iyonosferin insanligin yararina kullanilabilecegini soyleyen ve bunu da kanitlayan bilim adamidir. 19. yuzyilda kesfedilen Iyonosfer tabakasi dunyanin uzerinde bulunan ucuncu sira katman olup elektrik enerjisinin ve radyo,ses ve elektro manyetik dalgalarinin kablosuz olarak cok uzak bir noktadan bir diger noktaya tasinmasinda en buyuk rolu oynar. Bu yuzden Tesla iyonosferle ilgili bircok calisma yaparak dunyada yine bir ilke imza atar ve bu amacla dunyadaki ilk radyo yayin merkezi ve kablosuz elektrik tasima merkezi olarak nitelendirebilecegimiz Shoreham, Long Island da 1901-1905 yillari arasinda Wardenclyffe Kulesini insa eder ve bu kule halen ayakta.
Ayrica uzaydaki hayatin varligi ile yakindan ilgilenen Tesla dunyada ilk defa 1899 yilinda kendi labaratuarindan uzaya ses dalgalari godererek uzaydan kozmik ses dalgalari kaydini yapan bir bilim adami. Bunu dunyaya duyurdugunda ise ona bilim dunyasindan hic kimse inanmamisti cunku o zamanlar kosmik radyo dalgalarindan dunya bilim camiasinin haberi yoktu. Yine bundan bir yil once dunya da ilk defa uzaktan kumanda ile kontro edilen bir araci Mayis 1898`de Madison Square Garden`da dunyaya tanitti. Bu arac ozel yapilmis suda uzaktan kumanda ile yonetilen bir bottu. Tanitim sirasinda bircok kisi Tesla`nin bunu beyniyle kontrol ettigini dusunurken Tesla tanitimin sonunda bulusunu nasil kontrol ettigini acikladi ve bunun uzerine New York Times gazetesinin bir yazari Tesla`nin bir uzaktan kumanda ile yonetilen silahli bir denizalti yaparak savasta kullanilmasini onerdiginde Tesla gazeteciyi duzelterek "Orada uzaktan kumanda ile yoenetilen bir torpido gormuyorsunuz, orada ilk robot irkinin temsilcisini yani insanligin hizmetinde kullanilabilecek onlarin islerini azaltarak yapacak mekanik adamlari goruyorsunuz" der.
Iste bu bulus sayesinde uzayda dahi uzaktan kumanda ile kontol edilebilen uzay mekikleri, uydular ve cesitli silahlar gelistirildi.Bugun uzaygemisi uzaktan kumanda merkezleri Tesla`nin prensipleri dogrultusunda islemekte. Yani Tesla elektrigin babasi olmakla yetinmemis ayrica radyo astonomisinin babasi unvanini da bu sebeple kazanmis olmasi gerekiyor. Tesla radyo dalgalari ve uzaktan kontrol sistemlerinin kesfedeni olarak dahi bugunku astronomi ilminin babasi konumunda ve aslinda gunumuzun astonomi ilmi onun calismalarinin bir devami niteligini tasimakta ancak ne hikmetse bu bilim adami dunya uzerinde yeterince taninmiyor acaba niye?
Hala bugun birisine radyonun mucidi kim diye sordugunuzda alacaginiz cevap patent Marconiye ait olursa sasirmayin cunku bunca yil bu boyle ogretilmesine ragmen Radyonun mucidi de yine Tesla`dir ve bu 1943 yilinda Amerika Anayasa Mahkemesi tarafindan ancak onun olumunden birkac ay sonra duzeltilmis ve radyo Tesla adina patentlenmistir... Ayrica florasanin ve radarin kasifi de Tesla`dir.
Biliginiz gibi gunumuzde bircok gizli operasyon ve gizli bilimsel calismalar yapilmakta ve birgun birisi size gelip yeryuzundeki buyuk olumcul depremler, iklimlerdeki ani degisiklikler, yerkurenin bir anda isinip sogumasi, tsunami felaketleri, yeryuzunde konustugumuz herseyin birileri tarafindan kaydediliyor olmasi, birilerinin bunlari gerceklestiriyor dediginde ona gulup gecmemeniz icin size Tesla`yi ve calismalarini kisaca anlattim.
Tesla`nin calismalarina gore elektromanyetik dalgalar ile cok yuksek miktarlarda enerji bir yerden bir yere transfer edilebilir, yine bu dalgalar sayesinde yeryuzunde cesitli iklim degisiklikleri ve depremler (!) meydana getirilebilir ki Tesla bunu gerceklestirmisti... Iste gunumuzde olan bir cok doga olayinin arkasinda birilerinin bu gizli planlari buyuk rol oynamakta ve bu da yuzbinlerce insanin olumune sebep olmasina ragmen hickimse tarafindan ya da en ufak seyi bir anda cok buyuk bir olay olarak gozler onune seren medyada nedense bu konular konusulmamakta veya konusmak isteyenler felaket tellali ilan edilemekte... Tesla`nin bircok calismasi ve notlari olumunun hemen arkasinda FBI tarafindan alinarak hickimseye gosterilmemis olmasi acaba onun calismalari birileri tarafindan devam ettiriliyor mu sorusunu sormamizi gerektiriyor. Ve bu belgeler halen aciklanmamis ve yokedilmis(!) belgeler olarak tarihteki gizemini korumakta... Birilerinin insanligi cok buyuk felaketlere suruklediklerini soylemek belki de cok inandirici gelmeyebilir size ancak bakin o birilerinden ABD Savunma Bakanı William Cohen; 1997, Georgia Üniversitesi "Terörizm, Kitle İmha Silahları, Kitlesel İmha ve ABD Stratejisi" üzerine konferansta ne diyor bu konuda "Bazılarının; elektromanyetik dalgalar yolu ile iklimleri değiştirme, depremler yaratabilme , volkanları harekete geçirebilme yeteneğine sahip silahlar geliştirdiğini biliyoruz."
Artik gerisini dusunmek size kalmis...
Etiketler:
bilinmeyen adam nikola testa,
kürşat atagun,
netpano.com
23 Temmuz 2010 Cuma
yorum
sahinbey789 - 24/07/2010 00:46:55
Sevgili Genç Arkadaşlarım...Yazı biraz uzun diye okumamazlık etmeyin...Okuduktan sonra, TSK ya neden saldırıldığını ve Ergenekon denen dandik davanın neden açıldığını ve de Türkiye Cumhuriyetin de ki bir iktidarın, bizler için değil, ABD için nasıl çalıştığının ve de kendi ORDU suna neden düşmanca davrandığını çok daha iyi anlayacaksınız....Karar sizin... Türk Milleti adeta bir akıl tutulmasının içinde. Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın beyninde arama yapılıyor.Aslında derinlemesine incelenmesi gereken “Neden TSK hedefte” sorusu, herkesin aklını tırmalıyor. Cevap çok açık: Çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri, ABD’nin 30 yıllık rüyası Büyük Ortadoğu Projesi’ni adeta kilitledi. Özel Kuvvetler Komutanlığı da bu direnişte en önemli unsur oldu. Özetle hatırlayalım… - ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft,7 Kasım 1986’da Ankara’ya gelerek Türkiye’ye“Musul ve Kerkük’ü alın”dedi.Ancak plânın içeriğinde,"Türkiye himayesinde bir Kürdistan" vardı.Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ,plâna karşı tutumunu,Taft’ın görüşme istediğini kabul etmeyerek gösterdi. -1991 yılında Körfez Savaşı sonrası,görünüşteki amacı Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri,Saddam“zulmünden” korumak,fiiliyatta ise adeta ABD kontrolünde ve İsrail’e nefes aldırmak amaçlı “Kürt” devletini kurma çalışmalarına en büyük darbeyi TSK vurdu. - PKK,Irak’ın kuzeyinde Çekiç Güç birliklerinin sağladığı lojistik,stratejik destekle güçlenerek eylemlerini artırdı.TSK,yeni bir konseptle terör örgütüne karşı mücadeleye devam etti.(ABD Özel Kuvvetleri"nin PKK"ya desteğini de 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Masası Başkanı Dr. Burak Çınar"ın değerlendirmelerinin yer aldığı "PKK"yı,ABD Özel Kuvvetleri eğitti" haberimizde okuyabilirsiniz) - Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Paşa,terör örgütünü tecrit eden,bölge halkının yeniden güvenini sağlayan politikaların en önemli icracılarındandı.Bu politikalar sadece Türkiye içinde yapılmıyor,Irak’ın kuzeyindeki“Kürt”Devleti kurma faaliyetlerine de darbe indiriyordu.ABD bu politikalardan rahatsızdı.Çekiç Güç’e bağlı uçaklar,önce Bitlis Paşa’nın helikopterini taciz etti.Bu tacizin kısa bir süre sonrasında Bitlis Paşa’nın uçağı,bugün birçok kesimin“suikast”diye yorumladığı bir şekilde düştü/düşürüldü. - Mart 1995’te,43 gün süren Çelik Harekatı’na tam 35 bin Mehmetçik katıldı.Terör örgütü PKK,bilinen rakamlarla 568 kayıp vererek bulunduğu kampları terk ederken,harekâtın en önemli amaçlarından biri olan Kuzey Irak’taki devlet oluşumu büyük darbe yedi.Bu harekâttan sonra ABD’de“Türk komutanları hizadan çıktı” ve“Türk Ordusu Türkiye-ABD ilişkilerini bozuyor”şeklinde yorumlar yapıldı. - Eylül 1996’da Türk Ordusu,yaptığı sınır ötesi operasyonda ABD’nin CIA aracılığıyla eğittiği Peşmerge gücüne büyük darbe indirdi.3 bine yakın CIA eğitimli peşmerge,Guam adasına kaçırılmak zorunda kalındı. Operasyon Birleşik Devletler"de,“ABD,Vietnam’dan sonra en büyük kaybı yaşadı” yönünde yorumlandı. - 9 Aralık 1996"da Virginia"da yapılan ve Graham Fuller,Paul Henze ve CIA üst düzey yetkililerinin katıldığı bir konferansın,“Türkiye’nin Geleceği Konferansı Sonuç Raporu”nda öne çıkan unsurlardan biri,“Türk Ordusunun siyasal sistemin teminatı konumunu yitireceği” ‘iddiasıydı. - ABD Kara Kuvvetleri"nin resmî yayın organı olan Parameters dergisinde,2000 yılında yayımlanan ve ABD Hava Kuvvetleri personeli(Sonradan FBI ajanı olduğu da ortaya çıktı)Michael Robert Hickok tarafından yazılan“ Yükselen Hegemon:Türk Stratejisi İle Askerî Modernizasyon Arasındaki Uçurum” adlı makalede, “Modern silahlara ve gelişmiş kabiliyete sahip olan Türk ordusu,ülke içindeki kültürel ve anayasal gücünde önemli değişiklikler yapılmadıkça,ne kısa vadede komşularına,ne de uzun vadede Türkiye halkına rahat yüzü gösterecektir” vurgusunu yaptı. Irak’ın işgaline kadar özetle TSK-ABD çatışması bu çerçevede su yüzüne çıkmıştı.DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümetinin,dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ile paralel bir şekilde, ABD’nin Irak’a harekat taleplerine karşı çıkması,Türkiye’de DSP darbesi ve AKP’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanmıştı.1 Mart Tezkeresi’nin TBMM tarafından reddinden sonra,1990’lı yıllarda Irak’ın kuzeyine yerleşen TSK unsurlarına karşı ABD tutumu açık saldırıya dönüştü. Yeniden maddeleyecek olursak; - Irak’ın işgali sonrası,4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’deki Özel Kuvvetler irtibat bürosu,ABD ve peşmerge güçlerince basıldı.Türk askerlerinin başına çuval geçirildi.Olay,Kuzey Irak’taki yapıyı,Türk Özel Kuvvetleri tehdidinden kurtarma olarak yorumlandı. - Dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld,14 Temmuz 2003"te Tayyip Erdoğan"a gönderdiği mektupta,"Türk Ordu mensuplarının sizin iradeniz dışında faaliyetlerde bulunduğunu biliyoruz"dedi.Rumsfeld, Türk Özel Kuvvetleri’ni,teamülleri çiğneyerek muhatabı Vecdi Gönül’e değil,Başbakan’a şikayet etti. - PKK terör örgütü,lideri Öcalan’ın yakalanmasıyla ilân ettiği sözde ateşkesi,Haziran 2004’te kaldırdığını açıkladı ve terör saldırılarına yeniden başladı.(Hatırlatmakta fayda var.21 Ocak 2002 günü PKK Başkanlık Konseyi"ni temsilen Mustafa Karasu,ABD Dışişleri"ne bir mektup gönderdi.Karasu,bu mektupta PKK’nın, ABD’nin Ortadoğu’ya yapacağı harekâta desteğini iletiyordu.Bu dönemlerde,ABD-PKK görüşmeleri de Türk basınına yansıdı) - Başbakan Erdoğan’ın “Eşbaşkanlığını yaptığını" açıkladığı Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) haritası ortaya çıktı.Emekli bir ABD subayı olan Ralph Peters’in hazırladığı ve Pentagon"un "Armed Forces Journal" isimli dergisinde yayınlanan haritada,Türkiye de dahil olmak üzere çok sayıda ülkenin sınırı değişiyor, başta “Özgür Kürdistan” olmak üzere çok sayıda ülke kuruluyordu. ( Recep Tayyip Erdoğan, kendi ülkesinin sınırlarını değiştirmek isteyenlerden sözederken "Bize görev verdiler" diyordu...T.C Başbakanına ABD görev vermiş...) Aynı harita,2007 Eylül ayında görevdeki bir ABD’li Albay tarafından Roma’da bulunan NATO’nun Savunma Koleji’ndeki bir toplantıda örnek coğrafya olarak sunuldu.Orada bulunan Türk subayları toplantıyı terk etti,Ankara’ya haber verdi... Genelkurmay Başkanlığı çok sert bir tepki gösterdi. - PKK terörü hız kazandı.Paralel olarak da “Kürtlere siyasal haklar verilmesi” adı altında uluslararası arenada Türkiye’ye yönelik baskılar arttı.DTP Meclis’e sokuldu ve PKK stratejik eylemler gerçekleştirdi. Dağlıca ve Aktütün baskınları ile birlikte Türk ordusuna yönelik asimetrik psikolojik savaş hızlandı. - PKK’ya ABD desteği, PKK itirafçılarınca açıklandı. - Türk Ordusu,ABD’nin her türlü isteksizliğine karşı,sınır ötesi operasyon kararlılığını sürdürdü. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt,12 Nisan 2007’de,basın mensuplarına verdiği brifingde,tehdidin kaynağının PKK veya Barzani değil arkasındaki güç olduğunu açıkça söyledi.Bu güç ABD’ydi. İlk aklımıza gelenleri böyle sıraladık. Daha birçok gelişme mevcut... Adeta bir satranç tahtasında karşılıklı hamleler yapılıyor.Ancak bir gerçek var ki,Türk Ordusu, ABD’nin BOP hayalini kilitledi.ABD Irak’tan çekilme takvimi açıklamak zorunda kaldı.Şimdi ABD,Kerkük petrollerinin Batı’ya akışını sağlama almadan,bunun için de "Kürt" devletini kurmadan Irak’tan çekilmek istemiyor.Bu devletin güvenliğini riske atmamak için de Türk Ordusu"nun direniş kodlarını bilmesi gerekiyordu. Yıllarca Diyarbakır’da görev yapan ve öngörüsüne güvendiğim bir ağabeyim “ABD’nin amacı işte bu direniş kodlarına ulaşmak.Özel Kuvvetler’de yapılan arama da bu çerçevede değerlendirilebilir” dedi.Hiç de mantıksız bir senaryo değil.Parçaları bu şekilde birleştirdikten sonra aklıma şu soru takılıyor:Şimdi bu bilgileri tarayan hâkim(Kadir KAYAN),bundan sonra Türkiye dışına çıkacak mı ?
Sevgili Genç Arkadaşlarım...Yazı biraz uzun diye okumamazlık etmeyin...Okuduktan sonra, TSK ya neden saldırıldığını ve Ergenekon denen dandik davanın neden açıldığını ve de Türkiye Cumhuriyetin de ki bir iktidarın, bizler için değil, ABD için nasıl çalıştığının ve de kendi ORDU suna neden düşmanca davrandığını çok daha iyi anlayacaksınız....Karar sizin... Türk Milleti adeta bir akıl tutulmasının içinde. Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın beyninde arama yapılıyor.Aslında derinlemesine incelenmesi gereken “Neden TSK hedefte” sorusu, herkesin aklını tırmalıyor. Cevap çok açık: Çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri, ABD’nin 30 yıllık rüyası Büyük Ortadoğu Projesi’ni adeta kilitledi. Özel Kuvvetler Komutanlığı da bu direnişte en önemli unsur oldu. Özetle hatırlayalım… - ABD Savunma Bakan Yardımcısı William Taft,7 Kasım 1986’da Ankara’ya gelerek Türkiye’ye“Musul ve Kerkük’ü alın”dedi.Ancak plânın içeriğinde,"Türkiye himayesinde bir Kürdistan" vardı.Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ,plâna karşı tutumunu,Taft’ın görüşme istediğini kabul etmeyerek gösterdi. -1991 yılında Körfez Savaşı sonrası,görünüşteki amacı Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri,Saddam“zulmünden” korumak,fiiliyatta ise adeta ABD kontrolünde ve İsrail’e nefes aldırmak amaçlı “Kürt” devletini kurma çalışmalarına en büyük darbeyi TSK vurdu. - PKK,Irak’ın kuzeyinde Çekiç Güç birliklerinin sağladığı lojistik,stratejik destekle güçlenerek eylemlerini artırdı.TSK,yeni bir konseptle terör örgütüne karşı mücadeleye devam etti.(ABD Özel Kuvvetleri"nin PKK"ya desteğini de 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Masası Başkanı Dr. Burak Çınar"ın değerlendirmelerinin yer aldığı "PKK"yı,ABD Özel Kuvvetleri eğitti" haberimizde okuyabilirsiniz) - Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Paşa,terör örgütünü tecrit eden,bölge halkının yeniden güvenini sağlayan politikaların en önemli icracılarındandı.Bu politikalar sadece Türkiye içinde yapılmıyor,Irak’ın kuzeyindeki“Kürt”Devleti kurma faaliyetlerine de darbe indiriyordu.ABD bu politikalardan rahatsızdı.Çekiç Güç’e bağlı uçaklar,önce Bitlis Paşa’nın helikopterini taciz etti.Bu tacizin kısa bir süre sonrasında Bitlis Paşa’nın uçağı,bugün birçok kesimin“suikast”diye yorumladığı bir şekilde düştü/düşürüldü. - Mart 1995’te,43 gün süren Çelik Harekatı’na tam 35 bin Mehmetçik katıldı.Terör örgütü PKK,bilinen rakamlarla 568 kayıp vererek bulunduğu kampları terk ederken,harekâtın en önemli amaçlarından biri olan Kuzey Irak’taki devlet oluşumu büyük darbe yedi.Bu harekâttan sonra ABD’de“Türk komutanları hizadan çıktı” ve“Türk Ordusu Türkiye-ABD ilişkilerini bozuyor”şeklinde yorumlar yapıldı. - Eylül 1996’da Türk Ordusu,yaptığı sınır ötesi operasyonda ABD’nin CIA aracılığıyla eğittiği Peşmerge gücüne büyük darbe indirdi.3 bine yakın CIA eğitimli peşmerge,Guam adasına kaçırılmak zorunda kalındı. Operasyon Birleşik Devletler"de,“ABD,Vietnam’dan sonra en büyük kaybı yaşadı” yönünde yorumlandı. - 9 Aralık 1996"da Virginia"da yapılan ve Graham Fuller,Paul Henze ve CIA üst düzey yetkililerinin katıldığı bir konferansın,“Türkiye’nin Geleceği Konferansı Sonuç Raporu”nda öne çıkan unsurlardan biri,“Türk Ordusunun siyasal sistemin teminatı konumunu yitireceği” ‘iddiasıydı. - ABD Kara Kuvvetleri"nin resmî yayın organı olan Parameters dergisinde,2000 yılında yayımlanan ve ABD Hava Kuvvetleri personeli(Sonradan FBI ajanı olduğu da ortaya çıktı)Michael Robert Hickok tarafından yazılan“ Yükselen Hegemon:Türk Stratejisi İle Askerî Modernizasyon Arasındaki Uçurum” adlı makalede, “Modern silahlara ve gelişmiş kabiliyete sahip olan Türk ordusu,ülke içindeki kültürel ve anayasal gücünde önemli değişiklikler yapılmadıkça,ne kısa vadede komşularına,ne de uzun vadede Türkiye halkına rahat yüzü gösterecektir” vurgusunu yaptı. Irak’ın işgaline kadar özetle TSK-ABD çatışması bu çerçevede su yüzüne çıkmıştı.DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümetinin,dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu ile paralel bir şekilde, ABD’nin Irak’a harekat taleplerine karşı çıkması,Türkiye’de DSP darbesi ve AKP’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanmıştı.1 Mart Tezkeresi’nin TBMM tarafından reddinden sonra,1990’lı yıllarda Irak’ın kuzeyine yerleşen TSK unsurlarına karşı ABD tutumu açık saldırıya dönüştü. Yeniden maddeleyecek olursak; - Irak’ın işgali sonrası,4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’deki Özel Kuvvetler irtibat bürosu,ABD ve peşmerge güçlerince basıldı.Türk askerlerinin başına çuval geçirildi.Olay,Kuzey Irak’taki yapıyı,Türk Özel Kuvvetleri tehdidinden kurtarma olarak yorumlandı. - Dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld,14 Temmuz 2003"te Tayyip Erdoğan"a gönderdiği mektupta,"Türk Ordu mensuplarının sizin iradeniz dışında faaliyetlerde bulunduğunu biliyoruz"dedi.Rumsfeld, Türk Özel Kuvvetleri’ni,teamülleri çiğneyerek muhatabı Vecdi Gönül’e değil,Başbakan’a şikayet etti. - PKK terör örgütü,lideri Öcalan’ın yakalanmasıyla ilân ettiği sözde ateşkesi,Haziran 2004’te kaldırdığını açıkladı ve terör saldırılarına yeniden başladı.(Hatırlatmakta fayda var.21 Ocak 2002 günü PKK Başkanlık Konseyi"ni temsilen Mustafa Karasu,ABD Dışişleri"ne bir mektup gönderdi.Karasu,bu mektupta PKK’nın, ABD’nin Ortadoğu’ya yapacağı harekâta desteğini iletiyordu.Bu dönemlerde,ABD-PKK görüşmeleri de Türk basınına yansıdı) - Başbakan Erdoğan’ın “Eşbaşkanlığını yaptığını" açıkladığı Büyük Ortadoğu Projesi(BOP) haritası ortaya çıktı.Emekli bir ABD subayı olan Ralph Peters’in hazırladığı ve Pentagon"un "Armed Forces Journal" isimli dergisinde yayınlanan haritada,Türkiye de dahil olmak üzere çok sayıda ülkenin sınırı değişiyor, başta “Özgür Kürdistan” olmak üzere çok sayıda ülke kuruluyordu. ( Recep Tayyip Erdoğan, kendi ülkesinin sınırlarını değiştirmek isteyenlerden sözederken "Bize görev verdiler" diyordu...T.C Başbakanına ABD görev vermiş...) Aynı harita,2007 Eylül ayında görevdeki bir ABD’li Albay tarafından Roma’da bulunan NATO’nun Savunma Koleji’ndeki bir toplantıda örnek coğrafya olarak sunuldu.Orada bulunan Türk subayları toplantıyı terk etti,Ankara’ya haber verdi... Genelkurmay Başkanlığı çok sert bir tepki gösterdi. - PKK terörü hız kazandı.Paralel olarak da “Kürtlere siyasal haklar verilmesi” adı altında uluslararası arenada Türkiye’ye yönelik baskılar arttı.DTP Meclis’e sokuldu ve PKK stratejik eylemler gerçekleştirdi. Dağlıca ve Aktütün baskınları ile birlikte Türk ordusuna yönelik asimetrik psikolojik savaş hızlandı. - PKK’ya ABD desteği, PKK itirafçılarınca açıklandı. - Türk Ordusu,ABD’nin her türlü isteksizliğine karşı,sınır ötesi operasyon kararlılığını sürdürdü. Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt,12 Nisan 2007’de,basın mensuplarına verdiği brifingde,tehdidin kaynağının PKK veya Barzani değil arkasındaki güç olduğunu açıkça söyledi.Bu güç ABD’ydi. İlk aklımıza gelenleri böyle sıraladık. Daha birçok gelişme mevcut... Adeta bir satranç tahtasında karşılıklı hamleler yapılıyor.Ancak bir gerçek var ki,Türk Ordusu, ABD’nin BOP hayalini kilitledi.ABD Irak’tan çekilme takvimi açıklamak zorunda kaldı.Şimdi ABD,Kerkük petrollerinin Batı’ya akışını sağlama almadan,bunun için de "Kürt" devletini kurmadan Irak’tan çekilmek istemiyor.Bu devletin güvenliğini riske atmamak için de Türk Ordusu"nun direniş kodlarını bilmesi gerekiyordu. Yıllarca Diyarbakır’da görev yapan ve öngörüsüne güvendiğim bir ağabeyim “ABD’nin amacı işte bu direniş kodlarına ulaşmak.Özel Kuvvetler’de yapılan arama da bu çerçevede değerlendirilebilir” dedi.Hiç de mantıksız bir senaryo değil.Parçaları bu şekilde birleştirdikten sonra aklıma şu soru takılıyor:Şimdi bu bilgileri tarayan hâkim(Kadir KAYAN),bundan sonra Türkiye dışına çıkacak mı ?
22 Temmuz 2010 Perşembe
Türklerin Kökeni ve Türk, Türkiye Kelimelerinin Menşei
Târihî şahıs, boy ve millet adlarının teşekkülüne göre Türk kelimesinin aslı, "türümek" fiilinden gelmektedir. Bu fiilden yaratılmış kişi ve insan manasına gelen "türük" ve nihayet hece düşmesiyle "Türk" kelimesi ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu'da bir kısım göçebeler de "yürümek"ten "yürük", "yörük" adını almışlardır. Türk kelimesi, ayrıca çeşitli kaynaklarda; "töreli", "töre sahibi", "olgun kimse", "güçlü", "kuvvetli", "terk edilmiş", "usta demirci" ve "deniz kıyısında oturan adam" anlamlarında kullanılmaktadır.[1]
Türk kelimesi, yazılı tarih kaynaklarında ilk kez Çin kaynaklarında; "Pinyin: dīng líng", "dīng líng", "chì lè", "tiě lè" olarak geçmiştir. Milattan sonra 552'de kurulan Göktürk Kağanlığı bağlamında "tū kué" sözcüğü kullanılmıştır. "Türk" sözcüğünün etimolojisi, yani kökeni ve özgün anlamı, açık değildir. 10. yüzyıla ait Uygurca metinlerde Türk, "güç, kuvvet" anlamında kullanılmıştır. Ancak Göktürk Kağanlığı'nın çözülmesinden iki yüzyıl sonrasına ait olan bu kullanımın, siyâsî / tarihî bir referansa sahip olması olasılığı güçlüdür. En büyük insan topluluğu (türü)" anlamına geldiği de ileri sürülebilir.[2]
Türk kelimesini Türk devletinin resmî adı olarak ilk defa kullanan devlet, milâdi 7. ve 8. yüzyıllarda (681-745) hüküm süren Göktürk Devleti'dir.[1]
Türkiye Kelimesinin Menşei
Coğrafî ad olarak "Türkhia" (Türkiye) tâbiriyse 6. yüzyıldaki Bizans kaynaklarında Orta Asya için kullanılmıştır. 9. ve 10.yüzyılda Volga'dan Orta Asya'ya uzanan sahaya denilirdi. Bu da Doğu ve Batı Türkhia olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye, Hazarlar'ın; Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkeleriydi. Memlüklerin ilk dönemlerinde Mısır'a da "Türkiye" deniliyordu. Selçuklular döneminde 12. yüzyıldan itibâren Anadolu'ya denilmeye başlandı.[1]
Türkler'in Kökeni
1. Teori: Türkler ve Nuh'un Oğlu Yafes
Türkler, dünyanın en eski, asîl, büyük devletler kurup pek çok meşhûr şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerindendir. Türkler, Nuh (A.S.)'nin Oğullarından Yafes'in "Türk" adlı oğlunun neslindendir.
Nuh (A.S.)'nin oğlu Yafes, mü'mindi. Evlâdı çoğalınca onlara reis olmuştu. Hepsi de dedelerinin gösterdiği gibi Allah'a ibadet ediyorlardı. Yafes, nehirden geçerken boğulunca; Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerine geçti. Gittikçe artan nesli, Türk adıyla anılmaya başlandı. Bu Türkler, ataları gibi mümin, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya'ya yayıldılar.
Türkler'in başına geçen bazı zâlim hükümdarlar, semâvî dini bozarak onları putlara taptırmaya başladı. Bugün Sibirya'da yaşayan Yâkutlar, bunlardan olup hâlâ puta tapmaktadır. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
Bilinen en eski Türk kavmi, Çinliler'in "Hiong-nu" dedikleri M.Ö. 3. yüzyılın başından itibaren tarih sahnesinde görülen Hunlar'dır. Bu kavmin ana yurdu, Tienşan'ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta Urallar ve Hazar Deniz'inin kuzey sıırları içinde kalan vadiydi. Şen-yu denilen hükümdarlarının ordugâhı, Orhun ırmağı kıyısında bulunuyordu. Nüfusun artışı ve fütuhat isteği gibi iki büyük sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler.[1]
2. Teori: Tükler ve Yafes + Mu Uygarlığı
"Efendiler, Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yasef'in oğlu olan kişidir." [3]
Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti...
Atatürk'ün cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanda başlattığı araştırmalar, özellikle 1930'ların başında yoğunlaştı. 1930'da Tarih Heyeti'ni oluşturarak Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlattı. 1931'de ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuna ön ayak oldu ve adı daha sonra Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilen cemiyetin çalışma alanını Türk ve Türkiye tarihi olarak belirledi. Kurumun bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk genel kurulunda Türk Tarih Tezi kabul edildi.Tez iki ana eksen üzerine oturuyordu; "Türk uygarlığıi tarihin en eski uygarlıklarından biridir ve bu uygarlığın kökeni, Orta Asya'dır. "
Bu çalışmaların bir ayağının eksik olduğunu düşünen Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu da kurdurarak, ulusçuluğun ana öğelerinden olan dil konusunda da derin bir çalışma başlattı. Onun Türk Tarih Kurumu'nun ikinci Dil Kurultayı'nda yaptığı konuşmada yer alan "Güneş" yaklaşımı, sonradan tanışacağı Mu Efsanesinin Güneş kültü ve kendi tezi Güneş Dil Teorisi'yle doğrudan ilintiliydi.
Tarih çalışmaları, Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak, arkeoloji yoluyla yeni bilgiler sağlamak, tarihte ve bugün ırk karakterlerini antropolojik yöntemlerle saptamak gibi noktalar üzerinde şekilleniyordu.
Tarih ve Dil kurumlarının varlık nedeni de bu temellere yaslanıyordu. Atatürk, uzmanların yabancı meslektaşlarına ihtiyaç duymadan arkeolojik kazılardan çıkacak yazıları inceleyebilmesi ve bu yoldan elde edilecek bilgilerle eski uygarlıkların gerçeğine ulaşmak amacıyla eski dillerin öğrenilmesi için de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdurdu.
Türk Tarih Tezi'nde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getiriliyordu. Ama Orta Asya uygarlıklarının kökü neredeydi? Mustafa Kemal bu sorunun yanıtı olabilecek anahtara 1932'de ulaştı. İlkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'in sunduğu ön raporda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerliğe dikkat çekiliyordu.
Mayatepek, bu süreci inceleyip Atatürk'e raporlar halinde iletmesi için 1935'de Meksika'ya maslahatgüzar atandı. Çok geçmeden de arkeolog William Niven'in Meksika'da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churcward'ın Hindistan'da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk'ü haberdar etti. O da söz konusu yazarların kitaplarının çevrilmesini emretti. Sağlığı yerinde değildi ama, 1937 yılının önemli bir bölümünü geniş bir kurulca gerçekleştirilen bu çeviriler, üzerlerinde notlar alarak incelemekle geçirdi.[4]
3. Teori: Türkler ve Hunlar
Türk İmparatorluğu'nu kuran Türk halkının köken efsanesine 8. yüzyıla ait olan Orhun Yazıtları'nda ve daha sonraki birçok kaynakta yer verilmiştir. Buna göre Türklerin anayurdu Altay Dağları yakınında, Selenga ve Orhun ırmakları arasında bulunan Ötüken Ormanı idi. Bu yer, Baykal Gölü'nün güney ucunun 250 km kadar güneyinde olup, günümüzde Moğolistan Cumhuriyeti sınırları içinde bulunmaktadır.
Dilsel verilerden hareket eden bazı araştırmacılar Türk dillerinin nihai kökeninin daha kuzeyde, belki Baykal Gölü'nün kuzeyinde veya doğu Sibirya'da olabileceğini ileri sürmüşlerdir. (Türk dillerinde ılıman ve soğuk iklim ormanlarına ilişkin kelimeler bozkır kuşağına ilişkin kelimelerden daha eski ve daha zengindir.)
"Türk" adına tarihte ilk kez M.S. 6. yüzyıl ortalarında Orta Asya'da Türk İmparatorluğu'nu (Kök Türk veya Göktürk adıyla da bilinir) kuran bir boy veya aşiretin adı olarak tesadüf edilir. Daha eski Çin kaynaklarında sözü geçen "Tu-kyu" veya "Tue-kue" halkının Türkler olup olmadığı konusunda çeşitli görüşler mevcuttur.
Türk İmparatorluğu'nun kazandığı büyük prestijden ötürü, daha sonraki yüzyıllarda aynı dili konuşan (Oğuzlar, Kırgızlar, Türgişler gibi) çeşitli boylar da "Türk" adını benimsemiştir. Ancak Sibirya'daki Sahalar (Yakutlar), Volga Bulgarları ve Çuvaşlar gibi merkezden uzak bazı boyların tarihte "Türk" adını hiç kullanmadığı görülmektedir. Bu grupların Türk Halklarına dahil edilmesi, modern etnografik tasniflerin sonucudur.[5]
Türk İmparatorluğu'nun ortaya çıkışından önce Türk dilleri konuşan kavimler hakkında tarihi ve epigrafik bilgi çok kısıtlıdır. Arkeolojik buluntulardan hareketle oluşturulan hipotezler, doğal olarak, önemli oranda spekülatif malzeme içerir.
Türk İmparatorluğu'ndan 700 yıl kadar önce, MÖ 2. yüzyılda, Çin kaynaklarında Hiung-nu olarak adlandırılan bir devlet Orta Asya'ya egemen olmuştur. Modern tarihçilerin birçoğu bu devleti, MS 4. yüzyılda Avrupa'yı istila eden Hun'larla birleştirir. Ancak gerek Hiung-nu, gerek Hunlar'ın kullandığı dil veya dillerin Türk dilleriyle bağlantılı olup olmadığı açık değildir. (Türk İmparatorluğu, Hiung-nu İmparatorluğundan devlet yapısına ilişkin bazı gelenekleri, Tengri (tanrı) inancını ve bazı tarihi gizemleri devralmıştır. Ancak bundan hareketle dilsel veya etnik süreklilik varsayılamaz.)
Orta Asya'da bulunan arkeolojik kalıntılar, erken Neolitik çağa giden bir kültürün varlığını kanıtlamaktadır. Bu kültürler ile tarihi dönemlerdeki Türk, Moğol, Tohar ve Tibet kültürleri arasında bazı devamlılıklar görülür. Ancak bu olgu, prehistorik Orta Asya kültürlerini "Türk" veya "Moğol", "Tohar" vb. olarak tanımlamak için yeterli değildir.
Chicago Üniversitesi bünyesinde 2003'te yapılan bir araştırmada, Moğolistan'da Egyin Gol'de bulunan Hiung-nu dönemine ait insan kalıntılarıyla Anadolu'da derlenen veriler arasında bazı genetik benzerlikler tespit edilmiştir.[6]
4. Teori: Türkler ve Etrüskler
İngiliz Guardian gazetesi, Avrupa İnsan Genetiği Konferansı'nda sunulan Etrüsk uygarlığının kökenine yönelik araştırmaya geniş yer ayırdı.
Haberde, Roma İmparatorluğu'nun ilk yıllarında İtalya'nın Toskana dahil birkaç değişik bölgesinde hüküm süren ve bugüne dek kökenleri pek çok tartışmaya konu olan Etrüsklerin atalarının ayak izlerine Anadolu topraklarında rastlandığı belirtiliyor.
Habere konu olan araştırmada, Etrüsk uygarlığının hüküm sürdüğü Volterra, Murlo ve Casentino kasabalarında 263 kişiden alınan DNA örnekleri İtalya, Balkanlar, Limni Adası ve Anadolu'daki 1200'ü aşkın kişinin DNA'larıyla karşılaştırıldı.
Sonuçta Etrüsklerin genetik yapısının bir İtalyan'dan çok bir Türk'e benzediği ortaya çıktı. Uzmanlar, özellikle Etrüsklerin Murlo kasabasındaki torunlarının genetik yapısının, birebir Türklerin genetik yapısıyla örtüştüğünü vurguluyor.
Araştırma ünlü tarihçi Heredot'un, Etrüsklerin atalarının Anadolu'da hüküm süren Lidyalılarla akraba olduklarını, buradan önce Limni Adası'na ardından da İtalya topraklarına göç ettiği fikrini destekliyor.
Milattan önce 1200-396 yılları arasında Toscana bölgesi ve civarında yaşayan Etrüskler, hiçbir zaman tam anlamıyla çözülemeyen gizemli dilleri, Roma İmparatorluğu'nu şekillendirdiğine inanılan adet ve yaşantılarıyla tarihte önemli tutan kavimler arasında yer alıyor. [7]
James Bailey'nin araştırmalarına göre dünyanın muhtelif yerlerinde demir mağaraları bulunur. Karbon 14 testlere göre Güney Afrika'da bir mağara M.Ö. 41.250 senesinde işleniyordu. Bailey'e göre binlerce yıl önce Tunç çağı denizci madencilik firmaları dünya'nın çeşitli yerlerinde demir ve başka madenler için kazı yapıyorlardı ve mağara duvarlarında "şirketlerinin logolarını" bırakıyorlardı. Bunların arasında gamalı haç (svastika), haç, güneş sembolü, çifte balta, helezon ve paralel iki dalga en yaygın olanlar arasındaydı. Türklerin ilk ataları, Ural-Altay dağlarında kadim ve kayıp uygarlığın madencilik kolonisi olabilir mi? Felaket geldiğinde ondan kurtulanlar arasında olup, yeni yurtları Orta Asya'da yayılmış olabilirler mi? Yoksa, Yafes oğullarının bir kolları mı idiler? Tanrıçaları "Turan" olan ve Troya'dan (Truva, Tür-va ?) Etrurya'ya (İtlaya/Tyrhenia) göç ettikleri söylenen ve şehirleri Tarkon tarafından kurulan Etrüskler (E-türk ?) ve ile bir bağlantıları var mıydı?
Bir denizci halkı olan Etrüsklerin Anadolu'dan geldiklerini ve Lidya'dan giden bir koloni oldukları Herodotus tarafından kaydedildiği halde, günümüzde bu ihtiyatla karşılanır. Her ne kadar Lidyalıların baştanrıları Tarku adına taşıyorsa, Halikarnaslı Diyonysos iki toplumun arasındaki farkları işaret etmişti. Heykel ve resimlerindeki çekik gözlü moğul-kokazoid figürler, at, şavaş ve güreş motifleri bir Türk köken tezine yol açmıştı, ancak bunu kanıtlayacak ciddi delil olmadığı gibi, dilleri de henüz çözülememiştir. Ayrıca Türklerin kökeni en az Etrüsklerin kökeni kadar çözülmemiştir. Elli yıl önceye kadar, Batı'da Türklere belirli bir hüviyet tanınırken ve Sümeroloji ile ilgili kitapların çoğunda Sümerlerin Turan asıllı olduğunu yazarken, günümüzde Türklerin adeta kökleri olmadığı yolundaki görüşler yaygındır. Ancak, bundan alınmamak gerekir, çünkü varsayımcılığa karşı olan bu akım, diğer toplumları da aynı işleme tabi tutuyor.[8]
Kaynaklar
[1] Yeni Rehber Ansiklopedisi, "Türkler" maddesi, cilt 19, sayfa 278.
[2] Wikipedia, "Türk Kelimesi" maddesi, tr.wikipedia.org/wiki/Türk_kelimesi
[3] Yeni Aktüel/2-8 ağustos/2005
[4] site.mynet.com/astrgnd1/mu.htm
[5] Wikipedia, "Türk Halkları" maddesi, tr.wikipedia.org/wiki/Türk_halkları
[6] Christine Keyser-Tracqui , Eric Crubézy , Horolma Pamzsav , Tibor Varga , Bertrand Ludes, "Population origins in Mongolia: Genetic structure analysis of ancient and modern DNA", American Journal of Physical Anthropology, 2006 Apr 4.
[7] arsiv.ntvmsnbc.com/news/411424.asp
[8] www.hermetics.org/atlan-3.html
ALINTI: www.gizliilimler.tr.gg
KAYNAK : http://www.duyguforum.com/turklerin-kokeni-ve-turk-turkiye-kelimelerinin-mensei-t102654.html?s=ca8a506db46e8969602e1bdb9ed23a89&
Türk kelimesi, yazılı tarih kaynaklarında ilk kez Çin kaynaklarında; "Pinyin: dīng líng", "dīng líng", "chì lè", "tiě lè" olarak geçmiştir. Milattan sonra 552'de kurulan Göktürk Kağanlığı bağlamında "tū kué" sözcüğü kullanılmıştır. "Türk" sözcüğünün etimolojisi, yani kökeni ve özgün anlamı, açık değildir. 10. yüzyıla ait Uygurca metinlerde Türk, "güç, kuvvet" anlamında kullanılmıştır. Ancak Göktürk Kağanlığı'nın çözülmesinden iki yüzyıl sonrasına ait olan bu kullanımın, siyâsî / tarihî bir referansa sahip olması olasılığı güçlüdür. En büyük insan topluluğu (türü)" anlamına geldiği de ileri sürülebilir.[2]
Türk kelimesini Türk devletinin resmî adı olarak ilk defa kullanan devlet, milâdi 7. ve 8. yüzyıllarda (681-745) hüküm süren Göktürk Devleti'dir.[1]

Türkiye Kelimesinin Menşei
Coğrafî ad olarak "Türkhia" (Türkiye) tâbiriyse 6. yüzyıldaki Bizans kaynaklarında Orta Asya için kullanılmıştır. 9. ve 10.yüzyılda Volga'dan Orta Asya'ya uzanan sahaya denilirdi. Bu da Doğu ve Batı Türkhia olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Doğu Türkiye, Hazarlar'ın; Batı Türkiye ise Türk asıllı Macarların ülkeleriydi. Memlüklerin ilk dönemlerinde Mısır'a da "Türkiye" deniliyordu. Selçuklular döneminde 12. yüzyıldan itibâren Anadolu'ya denilmeye başlandı.[1]

Türkler'in Kökeni
1. Teori: Türkler ve Nuh'un Oğlu Yafes
Türkler, dünyanın en eski, asîl, büyük devletler kurup pek çok meşhûr şahsiyetler yetiştiren medenî milletlerindendir. Türkler, Nuh (A.S.)'nin Oğullarından Yafes'in "Türk" adlı oğlunun neslindendir.
Nuh (A.S.)'nin oğlu Yafes, mü'mindi. Evlâdı çoğalınca onlara reis olmuştu. Hepsi de dedelerinin gösterdiği gibi Allah'a ibadet ediyorlardı. Yafes, nehirden geçerken boğulunca; Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerine geçti. Gittikçe artan nesli, Türk adıyla anılmaya başlandı. Bu Türkler, ataları gibi mümin, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya'ya yayıldılar.
Türkler'in başına geçen bazı zâlim hükümdarlar, semâvî dini bozarak onları putlara taptırmaya başladı. Bugün Sibirya'da yaşayan Yâkutlar, bunlardan olup hâlâ puta tapmaktadır. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
Bilinen en eski Türk kavmi, Çinliler'in "Hiong-nu" dedikleri M.Ö. 3. yüzyılın başından itibaren tarih sahnesinde görülen Hunlar'dır. Bu kavmin ana yurdu, Tienşan'ın kuzey kesimiyle batıdaki Altay Dağları, Orta Urallar ve Hazar Deniz'inin kuzey sıırları içinde kalan vadiydi. Şen-yu denilen hükümdarlarının ordugâhı, Orhun ırmağı kıyısında bulunuyordu. Nüfusun artışı ve fütuhat isteği gibi iki büyük sebeple yayılmaya başladılar ve Çin hudutlarına kadar olan bölgeyi ele geçirdiler.[1]

2. Teori: Tükler ve Yafes + Mu Uygarlığı
"Efendiler, Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu Yasef'in oğlu olan kişidir." [3]
Atatürk 1922'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında böyle diyordu. Tesadüfi bir konuşma değildi ve onun Türklerin kökenine ilgisinin devamı da gelecekti...
Atatürk'ün cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanda başlattığı araştırmalar, özellikle 1930'ların başında yoğunlaştı. 1930'da Tarih Heyeti'ni oluşturarak Türk Tarihinin Ana Hatları adlı kitabı hazırlattı. 1931'de ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti'nin kuruluşuna ön ayak oldu ve adı daha sonra Türk Tarih Kurumu olarak değiştirilen cemiyetin çalışma alanını Türk ve Türkiye tarihi olarak belirledi. Kurumun bir yıl sonra gerçekleştirilen ilk genel kurulunda Türk Tarih Tezi kabul edildi.Tez iki ana eksen üzerine oturuyordu; "Türk uygarlığıi tarihin en eski uygarlıklarından biridir ve bu uygarlığın kökeni, Orta Asya'dır. "
Bu çalışmaların bir ayağının eksik olduğunu düşünen Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu da kurdurarak, ulusçuluğun ana öğelerinden olan dil konusunda da derin bir çalışma başlattı. Onun Türk Tarih Kurumu'nun ikinci Dil Kurultayı'nda yaptığı konuşmada yer alan "Güneş" yaklaşımı, sonradan tanışacağı Mu Efsanesinin Güneş kültü ve kendi tezi Güneş Dil Teorisi'yle doğrudan ilintiliydi.
Tarih çalışmaları, Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak, arkeoloji yoluyla yeni bilgiler sağlamak, tarihte ve bugün ırk karakterlerini antropolojik yöntemlerle saptamak gibi noktalar üzerinde şekilleniyordu.
Tarih ve Dil kurumlarının varlık nedeni de bu temellere yaslanıyordu. Atatürk, uzmanların yabancı meslektaşlarına ihtiyaç duymadan arkeolojik kazılardan çıkacak yazıları inceleyebilmesi ve bu yoldan elde edilecek bilgilerle eski uygarlıkların gerçeğine ulaşmak amacıyla eski dillerin öğrenilmesi için de Dil Tarih Coğrafya Fakültesi'ni kurdurdu.
Türk Tarih Tezi'nde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile getiriliyordu. Ama Orta Asya uygarlıklarının kökü neredeydi? Mustafa Kemal bu sorunun yanıtı olabilecek anahtara 1932'de ulaştı. İlkel diller uzmanı ve tarihçi-diplomat Tahsin Mayatepek'in sunduğu ön raporda Güney Amerika uygarlıklarından Maya uygarlığının dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerliğe dikkat çekiliyordu.
Mayatepek, bu süreci inceleyip Atatürk'e raporlar halinde iletmesi için 1935'de Meksika'ya maslahatgüzar atandı. Çok geçmeden de arkeolog William Niven'in Meksika'da yaptığı kazılarda bulduğu yaklaşık 15 bin yıl öncesine ait tabletlerin deşifrelerinden ve ardından James Churcward'ın Hindistan'da bulduğu benzer tabletlerin çevrilerinden Atatürk'ü haberdar etti. O da söz konusu yazarların kitaplarının çevrilmesini emretti. Sağlığı yerinde değildi ama, 1937 yılının önemli bir bölümünü geniş bir kurulca gerçekleştirilen bu çeviriler, üzerlerinde notlar alarak incelemekle geçirdi.[4]

3. Teori: Türkler ve Hunlar
Türk İmparatorluğu'nu kuran Türk halkının köken efsanesine 8. yüzyıla ait olan Orhun Yazıtları'nda ve daha sonraki birçok kaynakta yer verilmiştir. Buna göre Türklerin anayurdu Altay Dağları yakınında, Selenga ve Orhun ırmakları arasında bulunan Ötüken Ormanı idi. Bu yer, Baykal Gölü'nün güney ucunun 250 km kadar güneyinde olup, günümüzde Moğolistan Cumhuriyeti sınırları içinde bulunmaktadır.
Dilsel verilerden hareket eden bazı araştırmacılar Türk dillerinin nihai kökeninin daha kuzeyde, belki Baykal Gölü'nün kuzeyinde veya doğu Sibirya'da olabileceğini ileri sürmüşlerdir. (Türk dillerinde ılıman ve soğuk iklim ormanlarına ilişkin kelimeler bozkır kuşağına ilişkin kelimelerden daha eski ve daha zengindir.)
"Türk" adına tarihte ilk kez M.S. 6. yüzyıl ortalarında Orta Asya'da Türk İmparatorluğu'nu (Kök Türk veya Göktürk adıyla da bilinir) kuran bir boy veya aşiretin adı olarak tesadüf edilir. Daha eski Çin kaynaklarında sözü geçen "Tu-kyu" veya "Tue-kue" halkının Türkler olup olmadığı konusunda çeşitli görüşler mevcuttur.
Türk İmparatorluğu'nun kazandığı büyük prestijden ötürü, daha sonraki yüzyıllarda aynı dili konuşan (Oğuzlar, Kırgızlar, Türgişler gibi) çeşitli boylar da "Türk" adını benimsemiştir. Ancak Sibirya'daki Sahalar (Yakutlar), Volga Bulgarları ve Çuvaşlar gibi merkezden uzak bazı boyların tarihte "Türk" adını hiç kullanmadığı görülmektedir. Bu grupların Türk Halklarına dahil edilmesi, modern etnografik tasniflerin sonucudur.[5]
Türk İmparatorluğu'nun ortaya çıkışından önce Türk dilleri konuşan kavimler hakkında tarihi ve epigrafik bilgi çok kısıtlıdır. Arkeolojik buluntulardan hareketle oluşturulan hipotezler, doğal olarak, önemli oranda spekülatif malzeme içerir.
Türk İmparatorluğu'ndan 700 yıl kadar önce, MÖ 2. yüzyılda, Çin kaynaklarında Hiung-nu olarak adlandırılan bir devlet Orta Asya'ya egemen olmuştur. Modern tarihçilerin birçoğu bu devleti, MS 4. yüzyılda Avrupa'yı istila eden Hun'larla birleştirir. Ancak gerek Hiung-nu, gerek Hunlar'ın kullandığı dil veya dillerin Türk dilleriyle bağlantılı olup olmadığı açık değildir. (Türk İmparatorluğu, Hiung-nu İmparatorluğundan devlet yapısına ilişkin bazı gelenekleri, Tengri (tanrı) inancını ve bazı tarihi gizemleri devralmıştır. Ancak bundan hareketle dilsel veya etnik süreklilik varsayılamaz.)
Orta Asya'da bulunan arkeolojik kalıntılar, erken Neolitik çağa giden bir kültürün varlığını kanıtlamaktadır. Bu kültürler ile tarihi dönemlerdeki Türk, Moğol, Tohar ve Tibet kültürleri arasında bazı devamlılıklar görülür. Ancak bu olgu, prehistorik Orta Asya kültürlerini "Türk" veya "Moğol", "Tohar" vb. olarak tanımlamak için yeterli değildir.
Chicago Üniversitesi bünyesinde 2003'te yapılan bir araştırmada, Moğolistan'da Egyin Gol'de bulunan Hiung-nu dönemine ait insan kalıntılarıyla Anadolu'da derlenen veriler arasında bazı genetik benzerlikler tespit edilmiştir.[6]

4. Teori: Türkler ve Etrüskler
İngiliz Guardian gazetesi, Avrupa İnsan Genetiği Konferansı'nda sunulan Etrüsk uygarlığının kökenine yönelik araştırmaya geniş yer ayırdı.
Haberde, Roma İmparatorluğu'nun ilk yıllarında İtalya'nın Toskana dahil birkaç değişik bölgesinde hüküm süren ve bugüne dek kökenleri pek çok tartışmaya konu olan Etrüsklerin atalarının ayak izlerine Anadolu topraklarında rastlandığı belirtiliyor.
Habere konu olan araştırmada, Etrüsk uygarlığının hüküm sürdüğü Volterra, Murlo ve Casentino kasabalarında 263 kişiden alınan DNA örnekleri İtalya, Balkanlar, Limni Adası ve Anadolu'daki 1200'ü aşkın kişinin DNA'larıyla karşılaştırıldı.
Sonuçta Etrüsklerin genetik yapısının bir İtalyan'dan çok bir Türk'e benzediği ortaya çıktı. Uzmanlar, özellikle Etrüsklerin Murlo kasabasındaki torunlarının genetik yapısının, birebir Türklerin genetik yapısıyla örtüştüğünü vurguluyor.
Araştırma ünlü tarihçi Heredot'un, Etrüsklerin atalarının Anadolu'da hüküm süren Lidyalılarla akraba olduklarını, buradan önce Limni Adası'na ardından da İtalya topraklarına göç ettiği fikrini destekliyor.
Milattan önce 1200-396 yılları arasında Toscana bölgesi ve civarında yaşayan Etrüskler, hiçbir zaman tam anlamıyla çözülemeyen gizemli dilleri, Roma İmparatorluğu'nu şekillendirdiğine inanılan adet ve yaşantılarıyla tarihte önemli tutan kavimler arasında yer alıyor. [7]
James Bailey'nin araştırmalarına göre dünyanın muhtelif yerlerinde demir mağaraları bulunur. Karbon 14 testlere göre Güney Afrika'da bir mağara M.Ö. 41.250 senesinde işleniyordu. Bailey'e göre binlerce yıl önce Tunç çağı denizci madencilik firmaları dünya'nın çeşitli yerlerinde demir ve başka madenler için kazı yapıyorlardı ve mağara duvarlarında "şirketlerinin logolarını" bırakıyorlardı. Bunların arasında gamalı haç (svastika), haç, güneş sembolü, çifte balta, helezon ve paralel iki dalga en yaygın olanlar arasındaydı. Türklerin ilk ataları, Ural-Altay dağlarında kadim ve kayıp uygarlığın madencilik kolonisi olabilir mi? Felaket geldiğinde ondan kurtulanlar arasında olup, yeni yurtları Orta Asya'da yayılmış olabilirler mi? Yoksa, Yafes oğullarının bir kolları mı idiler? Tanrıçaları "Turan" olan ve Troya'dan (Truva, Tür-va ?) Etrurya'ya (İtlaya/Tyrhenia) göç ettikleri söylenen ve şehirleri Tarkon tarafından kurulan Etrüskler (E-türk ?) ve ile bir bağlantıları var mıydı?
Bir denizci halkı olan Etrüsklerin Anadolu'dan geldiklerini ve Lidya'dan giden bir koloni oldukları Herodotus tarafından kaydedildiği halde, günümüzde bu ihtiyatla karşılanır. Her ne kadar Lidyalıların baştanrıları Tarku adına taşıyorsa, Halikarnaslı Diyonysos iki toplumun arasındaki farkları işaret etmişti. Heykel ve resimlerindeki çekik gözlü moğul-kokazoid figürler, at, şavaş ve güreş motifleri bir Türk köken tezine yol açmıştı, ancak bunu kanıtlayacak ciddi delil olmadığı gibi, dilleri de henüz çözülememiştir. Ayrıca Türklerin kökeni en az Etrüsklerin kökeni kadar çözülmemiştir. Elli yıl önceye kadar, Batı'da Türklere belirli bir hüviyet tanınırken ve Sümeroloji ile ilgili kitapların çoğunda Sümerlerin Turan asıllı olduğunu yazarken, günümüzde Türklerin adeta kökleri olmadığı yolundaki görüşler yaygındır. Ancak, bundan alınmamak gerekir, çünkü varsayımcılığa karşı olan bu akım, diğer toplumları da aynı işleme tabi tutuyor.[8]
Kaynaklar
[1] Yeni Rehber Ansiklopedisi, "Türkler" maddesi, cilt 19, sayfa 278.
[2] Wikipedia, "Türk Kelimesi" maddesi, tr.wikipedia.org/wiki/Türk_kelimesi
[3] Yeni Aktüel/2-8 ağustos/2005
[4] site.mynet.com/astrgnd1/mu.htm
[5] Wikipedia, "Türk Halkları" maddesi, tr.wikipedia.org/wiki/Türk_halkları
[6] Christine Keyser-Tracqui , Eric Crubézy , Horolma Pamzsav , Tibor Varga , Bertrand Ludes, "Population origins in Mongolia: Genetic structure analysis of ancient and modern DNA", American Journal of Physical Anthropology, 2006 Apr 4.
[7] arsiv.ntvmsnbc.com/news/411424.asp
[8] www.hermetics.org/atlan-3.html
ALINTI: www.gizliilimler.tr.gg
KAYNAK : http://www.duyguforum.com/turklerin-kokeni-ve-turk-turkiye-kelimelerinin-mensei-t102654.html?s=ca8a506db46e8969602e1bdb9ed23a89&
Kürtler nereden geliyor?
Kürtler nereden geliyor?
Kürtlerin kökeniyle ilgili bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma İşte çarpıcı sonuçlar
Şimdiye kadar Kürtlerin kökenleriyle ilgili çok şey yazılıp çizildi Türk ve Kürt milliyetçiliği yapanlar meseleyi böyle bir etnik kökenin var olup olmadığına kadar götürdü Hatta Kürtler diye bir topluluğun olmadığı bile dile getirildi Geliştirdikleri tezi ispatlamak için de “Kürt” kelimesinin “Kart-Kurt” sesinden türediğini ileri sürdüler “Gurmanc ve Kürtlerin kökeni” isimli kitabın yazarı kendisi de bir Gurmanc olan Ömer Özüyılmaz Aksiyon'un haberine göre 10 yıldır yerli ve yabancı birçok kaynağı inceleyen Özüyılmaz’ın tespitleri bugüne kadar yapılan tartışmaları sona erdirecek nitelikte Kürtlerin bir kolu kabul edilen Gurmanclar da Türk Kürtlerin atası da Medler değil Gurmancların ise aslında Kürt olmadığı delilleri ile ortaya konuluyor
Bugüne kadar birçok bilim adamı Kürtlerin kökenini Türkiye Irak İran ve Suriye’de araştırdı Ancak ortaya çıkan sonuçlar meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirdi Bazıları Kürtlerin kökenini Medlere Urartulara ve Araplara dayandırdı; bazıları da Asya’daki kavimlere… Kimi bilim adamlarına göre Kürtler Finliler ve Cermenlerle akraba Yazar Özüyılmaz’ın araştırması bu konulara açıklık getirmesi bakımından çok önemli Ona göre Türkiye’de yaklaşık 9-11 milyon arasında Kürt kökenli vatandaş yaşıyor Kimi Kürt Gurmanc ve Zaza kendini Türklerden ayrı bir ırk olarak mütalaa ediyor Kimi de köken olarak Türk ya da başka halklardan olduklarını benimsemiş durumda
Kitapta Kürtlerin kökenin Medlere dayandığı tezi de çürütülüyor Tarihî kayıtlara göre Medler Matia ve Mada adıyla da biliniyor Arap coğrafyacı Mesudi’nin “Muruc Ez-Zeheb / Altın Bozkırlar” adlı eserinde Urumiye şehri anlatılırken Median şehirlerinin yakınlarında bir yer olarak tarif ediliyor Ermeni tarihçi Grousset ise Med topraklarını İran ile Azerbaycan topraklarının doğu kısmı olarak tarif ediyor Eski haritalarda “Median” olarak gösterilen bölge de günümüzde “Kürdistan” denilen bölgeyle coğrafi olarak aynı değil Dolayısıyla Kürtlerin atası Medler diyenlerin tezleri kuşkulu hale geliyor Medlerin ilerleyişi sırasında Van bölgesinde sadece Ermenilerin varlığından söz edilebileceğini belirten Özüyılmaz Gürcü tarihinde bahsedilen coğrafyanın farklı olduğunu söylüyor: “İskender MÖ 331 yılında Erbil Gaugamela ovasında yapılan bir meydan savaşında Pers Kralı I Dara’yı mağlup eder Bunun üzerine kaçan Dara ve kumandalarını takip ederek kuzeye girer Ermenistan’ı ve Aras vadisini takip edip buraları kendisine bağlar Sonra Median’a girer Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu ile Ermenistan olarak anlatılan Doğu Anadolu ve bugünkü Batı İran Median toprakları içerisinde değildir”
İlginç olan ise bugün Gurmanc Zaza ve Kürtlerin ikamet ettiği hiçbir bölgenin Median olarak tarif edilen coğrafya içerisinde yer almıyor olması Kitapta Medlerden günümüze birkaç kral isminden başka hiçbir şey kalmadığı anlatılıyor Ayrıca Dara’nın ünlü Bisutin abidesinde dönemin önemli üç diline yer verilmişken Med diline ve Kürtlerle alakalı bir bilgiye rastlanılmaması bu tezin varlığını kesin olarak çürütüyor Kürt-Med ilişkisinin Kürtleşmiş Ermenilerin oluşturduğu Hoybun Cemiyeti’nin tezi olduğunu belirten Ömer Özüyılmaz “Sadece Mervaniler Kürt’tür diyebiliriz Halk Arap veya Müslüman olmuş Ermenilerden oluşuyordu Yalnızca yönetici kadro Kürt’tür Kürtlerin Zerdüşt olduğu tezi de Medlerle ilintilendiriliyor Ancak şimdilerde Türkiye içinde Kürt coğrafyası diye anılan bölgelerde Zerdüşt tapınaklarına rastlamak mümkün değil” diyor
Kürtlerin kökeni anlatan ilk kitap Şeref Han’ın yazdığı Şerefname’dir Bu eserde geçen ve Kürtlerin kökeni ile ilgili anlatılan üç rivayet de yazar tarafından inceleniyor Araplar Kürtlerin “cin” neslinden geldiğini savunuyor Cin aslında “Çin” bölgesini tarif ediyor Araplarda Ç harfi olmadığından kelime C olarak okunuyor
Diğer rivayete göre Peygamber Efendimiz’in (sav) zuhurundan sonra Türkler Arabistan’a bir heyet gönderir Bu heyetin başındaki Oğuz beyi Peygamberimiz’e kendisini Kürtlerin beyi olarak tanıtır Bu beyin adı Boğduz Han’dır
Yine Şerefname’ye göre Kürtler Boğduz ve Becenek adlı iki atadan türemiştir Boğduz adının bir Türk ismi olduğu ispatlanırken “becenek” adı Türklerin “peçenek” kolundan gelir
ELEGEŞ ANITINDAKİ KÜRT!
Konuyla ilgili bir diğer kanıt ise Moğolistan’ın kuzey batısında Baykal gölü ve Altay dağları civarındaki Yenisey ırmağı yakınında bulunan bir anıt Günümüzde Tannu-Tuva Özerk Muhtar Türk Cumhuriyeti içinde kalan bu alanda Kürtler tarafından bir İlhanlık veya bilinen ilk Kürt beyliğinin izleri var Rus Radloff tarafından Elegeş ırmağının doğu yakasında bulunan anıt Danimarkalı bilim adamı Thomsen tarafından okundu Elegeş yazıtları diye bilinen anıt MS 650 yılı öncesine ait Yenisey Kürtleri kendi hükümdarları için mezar anıtı olarak diktikleri tahmin ediliyor Bugünkü Türkçe ile anıtta şöyle bir yazı bulunuyor; “Ben Kürt İl-hanı Alp-Urungu’yum Altından yapılmış okluğumu bağladım belime; devletim ve milletim ben 39 yaşımda öldüm” Bu kayıt Kürtlerin bu dönemde Türkistan’da bir devlet kurduklarını dillerinin Türkçe olduğunu devlet yapısının Türk mefkûresine göre şekillendiğini gösteriyor Kürtlerin varlığını gösteren bilgiler sadece anıtla sınırlı olmadığını savunan Ömer Özüyılmaz “O çevrede çok sayıda Kürt adlı bölgelere ve Kürtlerden kalan hatıralara rastlanıldı Afganistan’daki Herat şehrinin 20 km kuzeyinde Herirud nehrinin sol sahilinde Timur devleti zamanında çok meşhur olan ‘Ulenknişin’ yaylasının batısında bir köy var Adı Kürtnişin Bu adla bir köyün varlığı buralarda halen Alp Urungun’un neslinden gelen Türk kökenli Kürt ailelerin yaşadıklarını gösteriyor Bugün Rusya sınırları içerisinde Başkurdistan adında bir özerk cumhuriyetin varlığı da çok ilginçtir Bu özerk cumhuriyetin adının günümüzde Kuzey Irak’ta oluşturulmaya çalışılan Kürdistan devleti adıyla birebir aynilik göstermektedir” diyor Yenisey Kürtlerinden yerlerinde kalanlar sonradan doğudan gelen yeni göçlerin baskısı ile batıya göç edip İrtiş ırmağı ile Tobol suyu boylarına yer yerleştiler Çarlık döneminde bunlara resmî olarak “Tara Tatarları Tobol Tatarları” ve yurtlarına da “Kürtak Heskaya Volost” denildi
KÜRTLER ASYADAN GELDİLER
Ön Asya’da İlk Kürt adının kullanılması MS 5 yüzyılda oldu Bu tarihe kadar Ortadoğu’da Kürt adına rastlanılmaması Kürtlerin Asyatik bir topluluk olduğunu göstermeye yetiyor Günümüzde Kürtler Sivas’tan Basra’ya kadar olan coğrafyada yaşayan bir halk olarak anlatılıyor Yazar Özüyılmaz Kürtlerin Hunlar içinde yer alan bir topluluk olduğunu; ancak Anadolu’ya Türklerden önce geldiklerini tezini ortaya atıyor: “Kürtler Türklerden 5 asır önce Anadolu’ya gelip yerleşmiştir Bunlar daha çok dağlarda yaşadılar Kürtler Asya’da Hunlar içinde yaşadılar Ancak Hunların ana mantalitesi Türklük üzerindedir”
1800’lü yılların ilk çeyreğine kadar yazılan tüm tarihî ve coğrafî eserlerde Doğu ve Güneydoğu için Kürt ve Kürdistan terimlerinin kullanılmadığı görülüyor İlginç olan bu tarihten sonra yazılan eserlerde Türkiye’nin doğusu ve Suriye’nin kuzeyinde yaşayan topluluklar için Kürt adının kullanılmaya başlanması Kürdistan kelimesi ilk olarak Selçuklu Sultanı Sencer tarafından dile getiriliyor Bu kavram daha sonra Akkoyunlu ve Memluklular’da devam ediyor ve Osmanlı’ya kadar geliyor Ancak Kürdistan kelimesi bugünkü coğrafyayı tarif etmek için kullanılmıyor Bu bölgede Soranların yaşadığı tahmin ediliyor Ömer Özüyılmaz Soranların Kürtlüğün özü olduğunu söylüyor
Şüphesiz aradan geçen yıllar coğrafi bölgelerde büyük değişimler meydana getiriyor Kayıtlara göre Muş’un Varto ilçesinin 1914 yılındaki nüfusu yüzde 90 Türklerden yüzde 10 da Ermenilerden oluşuyordu Günümüzde ise kendini Türk olarak ifade eden aileler yok denecek kadar az Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde çok sayıda “baba” adıyla yatırların bulunması da Kürtlerin bu coğrafya ile pek ilgisinin olmadığını gösteriyor Kitaba göre bölgede Kürt kökenli herhangi bir yatırın varlığı bilinmiyor
GURMANCLAR KÜRT DEĞİL
Ortaya çıkan bu tablo Anadolu’da Suriye’de ve Irak’ın kuzeyinde yaşayan ve kendilerini “Kürt” olarak ifade eden grupların kim olduğu sorusunu akla getiriyor Bu gruplar içerisinde Türkiye’de ve Suriye’de yaşayanlar Gurmanc (Kırmanç) olarak biliniyor Aslında Gurmanc ve Kürt toplulukları dikkatle incelendiğinde iki unsur arasındaki farklılıklar da açığa çıkıyor Türkiye’de Kürt olarak zikredilen topluluklar arasında sadece Gurmanclar yer alıyor Yazar Ömer Özüyılmaz Gurmancların Kürt oldukları tezinin yanlış ve politik olduğu görüşünde: “Kürt ve Gurmanc toplulukları birbiri ile uzak akraba fakat ayrı boylardan Kürtler İran’a 5 yüzyılda gelmişken Gurmancların Batı İran’a Irak’a ve Anadolu’ya gelişleri Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra olmuştur”
‘Gur’luğun esasen Türklüğün temel adı olduğunu ileri süren Özüyılmaz bu konuda farklı bir tartışmayı başlatıyor: “Hem tarihî vesikalarda hem de günümüzde Türkler ‘Gurlular’ olarak tanınmışlardır ‘Gurluk’ Türklerde ya ilk ya da son ad olmuştur Uygur Sugur Ogur Finogur Ongur Bulgur gibi çok sayıda Türk boyu vardır 1000 yıllarında Kıpçak Türklerine Yugur oğulları denmektir Harzemşahlar da bu zümre içerisinde yer alırken Kıpçak Kun ve Kuman adları ile anılan Türkler de ‘Gur’ şeklinde tarif edilmekteydi Kısacası Türklüğün özü ‘Gur’ kelimesidir” Özüyılmaz’a göre “Gur” kelimesinin Kürtçe (Gurmanc dili) anlamı “Kurt” demek Kurt ise Türk topluluklarının efsanevi sembolü Terör örgütü PKK’nın yayın organlarından Pine ve Azadiye Welat gazetelerinin çıkardıkları Ferhenggoka adındaki Kürtçe sözlükte “Gurmanco” kelimesi “efsanevi bir Kurt” olarak tarif ediliyor İran-Tahran ve Türkmenistan-Aşkabat arasında Hazar gölünün güneyinde Gurgan adlı bir yer adının Türkçe “kurtlar ve kurt yeri” manasına gelmesi de Gurmancların Türklüğünü ifade etdiyor Gurmanc kelimesinin Türkiye’deki kullanımlarından bazıları da Kirmanc ve Kurmanc şeklinde Kirman Farsçada kurt adam kurtlar anlamına geliyor “Gurmanc” kelimesi ise “Gur” ve akabinde aidiyet anlatan “Man” belirteci ile birleşmesinden meydana geliyor “Türk” ismine “man” eklenmesi ile oluşan “Türkmen” kelimesinin meydana geldiği gibi Gur Türklerinin adı olan “Gur” kelimesinin arkasına “Man” eklenmek suretiyle “Gurman” kelimesi oluşturulmuştur deniliyor Ömer Özüyılmaz bugün Gurmanc lehçesi ile konuşan Kürtlerin kullandığı çok sayıdaki kelimenin öz Türkçe olduğunu belirtiyor Özüyılmaz tespit ettiğine göre Kürtçede (Gurmanc dilinde) yer alan 400 kadar öz Türkçe kelimenin olmasına karşın bu kelimelerin Türkiye Türkçesinde yeralmıyor
DEMİRCİ KAVA BİR TÜRK EFSANESİ
Kitapta Nevruz üzerinden tartışılan Kürtlerin sahiplendiği “Demirci Kava” efsanesi ile Türklerin türeyiş destanı olarak bilenen “Ergenekon’dan çıkış” efsanesinin kökeni de aranıyor Kitapta olay şöyle anlatılıyor: Turan (Türkistan) ve İran topraklarının Cemşit’ten sonraki hükümdarı olan Dahhak adında zalim bir hükümdarın omuzlarında kanser hastalığı ortaya çıkar Hükümdar ülkenin tüm hekimlerini çağırarak hastalığına çare arar; fakat hekimler hükümdarı iyileştirmek isteseler de başarılı olamazlar Bir gün hekim kılığına giren şeytan Dehhak’a gelerek “Eğer genç insanlardan iki kişiyi her gün kurban edip beyinlerini yaralarına sürecek olursa iyileşeceğini” söyler Bu şekilde yapılan tedavide tesadüfî olarak ağrı dinmeye başlayınca her gün İran ve Türkistan’da iki genç yakalanarak kurban edilir Daha sonra bu işi yapmakla görevli mutfak çalışanı vicdan azabı çektiğinden her gün öldürülen iki gençten birini salıverip yerine koyun beyni götürmeye başlar Saraydan kaçan gençler ise uzaklardaki dağlara sığınarak zamanla çoğalırlar Nesilleri bu gençlerden oluşan topluluğa Kürt denilmiştir Daha sonra içlerinden demircilik yapan Kava adında bir kişi Kürtleri bu dağlardan kurtarıp Dehhak’a karşı isyan başlatır ve zalim Kralı öldürür
Bu efsane Türklerin türeyiş destanın çağrıştırıyor: Çinliler tarafından esir edilen Türkler zamanla kaçarak dağlara sığınmış ve orada çoğalarak millet haline gelirler Daha sonra bir demirci demirden dağı eritip Türkleri özgürlüğe kavuşturur Daha sonra Türkler düşmanlarını öldürerek bölgeyi ele geçirirler Ergenekon’dan çıkış zamanı bahar ayları olduğundan bu efsaneden dolayı Türk zümreleri bahar bayramı adı verilen Nevruz’da bir demirci temsili olarak demiri döverek bayramın başlangıcını yapar Akabinde günahlardan ve kirlerden temizlenmek için ateşten atlama törenleri yapılır Hem Kürt hem de Türk efsanesindeki figürler ve törenler aynı
Demirci Kava adlı kişinin aslında Türk veziri Bilge Tonyukuk olduğunu söyleyen Ömer Özüyılmaz “Şerefname’de de bu geçer Göktürk yazıtlarında Bilge Tonyukuk’un adı Gave olarak geçer Aslen Çin topraklarında yaşayan bir Türk ailenin çocuğu iken Göktürk devletinde vezirlik yapmıştır Doğu Türkistan Türklerinde Çin’den gelen ailelere ‘Gave’ denmektedir Göktürklerde ve Doğu Türkistan Türklerinde vezirlerin unvanı ‘demirci’dir Bu benzerliğin tesadüfle açıklanmasına imkân göremiyoruz Ergenekon destanında anlatılan hadise tamamen Demirci Gave efsanesi ile aynıdır” diyor Bu ve benzeri birçok Türk efsanesi Türklerin İran’a gelmelerinden sonra Fars edebiyatına geçer Firdevsi’nin yazdığı Demirci Kava efsanesi Türklerin İran’a gelmesinden sonra gerçekleşir Firdevsi de Türklerden duyduğu bu efsaneyi kaleme alır Hem demirci kava efsanesinde hem de Türklerin türeyiş destanında bir demircinin dağı erittiği ve halkı özgürlüğe kavuşturduğu ile demircinin zalim kralı öldürdüğü aynı benzerliklerle anlatılıyor Kendi içinde Gurmanclar (Kırmanç) Soran Zaza diye bölünen Kürtlerin tarihi geçmişiyle ilgili önemli bir araştırma geçtiğimiz günlerde Karakutu yayınları tarafından kitap haline getirildi Yazara göre “Kürtler” diye bir topluluk var Hunlar içinde Moğollar Tibetliler Afgan kökenliler de var Hakkâri’nin güneyi Urumiye Gölü ve Kuzey Irak’ın sağ tarafında kalan bölgenin adı olarak zikrediliyor Bunun yanında İran sınırına yakın az sayıda Kürt topluluğu da mevcut Alman Kuman Kurman Sayman Uzman Kahraman Ayman gibi isimlerde de “man” eki belirteç olarak kullanılıyor Dolayısıyla Bilge Tonyukuk’un Türkçe unvanı Demirci Gave’dir.
KAYNAK : http://www.freshmekan.com/genel-kultur/26-arastirmaci-yazar-omer-ozuyilmaz-dan-kurtler-nerden-geldi.html
Kürtlerin kökeniyle ilgili bugüne kadar yapılmış en kapsamlı araştırma İşte çarpıcı sonuçlar
Şimdiye kadar Kürtlerin kökenleriyle ilgili çok şey yazılıp çizildi Türk ve Kürt milliyetçiliği yapanlar meseleyi böyle bir etnik kökenin var olup olmadığına kadar götürdü Hatta Kürtler diye bir topluluğun olmadığı bile dile getirildi Geliştirdikleri tezi ispatlamak için de “Kürt” kelimesinin “Kart-Kurt” sesinden türediğini ileri sürdüler “Gurmanc ve Kürtlerin kökeni” isimli kitabın yazarı kendisi de bir Gurmanc olan Ömer Özüyılmaz Aksiyon'un haberine göre 10 yıldır yerli ve yabancı birçok kaynağı inceleyen Özüyılmaz’ın tespitleri bugüne kadar yapılan tartışmaları sona erdirecek nitelikte Kürtlerin bir kolu kabul edilen Gurmanclar da Türk Kürtlerin atası da Medler değil Gurmancların ise aslında Kürt olmadığı delilleri ile ortaya konuluyor
Bugüne kadar birçok bilim adamı Kürtlerin kökenini Türkiye Irak İran ve Suriye’de araştırdı Ancak ortaya çıkan sonuçlar meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale getirdi Bazıları Kürtlerin kökenini Medlere Urartulara ve Araplara dayandırdı; bazıları da Asya’daki kavimlere… Kimi bilim adamlarına göre Kürtler Finliler ve Cermenlerle akraba Yazar Özüyılmaz’ın araştırması bu konulara açıklık getirmesi bakımından çok önemli Ona göre Türkiye’de yaklaşık 9-11 milyon arasında Kürt kökenli vatandaş yaşıyor Kimi Kürt Gurmanc ve Zaza kendini Türklerden ayrı bir ırk olarak mütalaa ediyor Kimi de köken olarak Türk ya da başka halklardan olduklarını benimsemiş durumda
Kitapta Kürtlerin kökenin Medlere dayandığı tezi de çürütülüyor Tarihî kayıtlara göre Medler Matia ve Mada adıyla da biliniyor Arap coğrafyacı Mesudi’nin “Muruc Ez-Zeheb / Altın Bozkırlar” adlı eserinde Urumiye şehri anlatılırken Median şehirlerinin yakınlarında bir yer olarak tarif ediliyor Ermeni tarihçi Grousset ise Med topraklarını İran ile Azerbaycan topraklarının doğu kısmı olarak tarif ediyor Eski haritalarda “Median” olarak gösterilen bölge de günümüzde “Kürdistan” denilen bölgeyle coğrafi olarak aynı değil Dolayısıyla Kürtlerin atası Medler diyenlerin tezleri kuşkulu hale geliyor Medlerin ilerleyişi sırasında Van bölgesinde sadece Ermenilerin varlığından söz edilebileceğini belirten Özüyılmaz Gürcü tarihinde bahsedilen coğrafyanın farklı olduğunu söylüyor: “İskender MÖ 331 yılında Erbil Gaugamela ovasında yapılan bir meydan savaşında Pers Kralı I Dara’yı mağlup eder Bunun üzerine kaçan Dara ve kumandalarını takip ederek kuzeye girer Ermenistan’ı ve Aras vadisini takip edip buraları kendisine bağlar Sonra Median’a girer Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu ile Ermenistan olarak anlatılan Doğu Anadolu ve bugünkü Batı İran Median toprakları içerisinde değildir”
İlginç olan ise bugün Gurmanc Zaza ve Kürtlerin ikamet ettiği hiçbir bölgenin Median olarak tarif edilen coğrafya içerisinde yer almıyor olması Kitapta Medlerden günümüze birkaç kral isminden başka hiçbir şey kalmadığı anlatılıyor Ayrıca Dara’nın ünlü Bisutin abidesinde dönemin önemli üç diline yer verilmişken Med diline ve Kürtlerle alakalı bir bilgiye rastlanılmaması bu tezin varlığını kesin olarak çürütüyor Kürt-Med ilişkisinin Kürtleşmiş Ermenilerin oluşturduğu Hoybun Cemiyeti’nin tezi olduğunu belirten Ömer Özüyılmaz “Sadece Mervaniler Kürt’tür diyebiliriz Halk Arap veya Müslüman olmuş Ermenilerden oluşuyordu Yalnızca yönetici kadro Kürt’tür Kürtlerin Zerdüşt olduğu tezi de Medlerle ilintilendiriliyor Ancak şimdilerde Türkiye içinde Kürt coğrafyası diye anılan bölgelerde Zerdüşt tapınaklarına rastlamak mümkün değil” diyor
Kürtlerin kökeni anlatan ilk kitap Şeref Han’ın yazdığı Şerefname’dir Bu eserde geçen ve Kürtlerin kökeni ile ilgili anlatılan üç rivayet de yazar tarafından inceleniyor Araplar Kürtlerin “cin” neslinden geldiğini savunuyor Cin aslında “Çin” bölgesini tarif ediyor Araplarda Ç harfi olmadığından kelime C olarak okunuyor
Diğer rivayete göre Peygamber Efendimiz’in (sav) zuhurundan sonra Türkler Arabistan’a bir heyet gönderir Bu heyetin başındaki Oğuz beyi Peygamberimiz’e kendisini Kürtlerin beyi olarak tanıtır Bu beyin adı Boğduz Han’dır
Yine Şerefname’ye göre Kürtler Boğduz ve Becenek adlı iki atadan türemiştir Boğduz adının bir Türk ismi olduğu ispatlanırken “becenek” adı Türklerin “peçenek” kolundan gelir
ELEGEŞ ANITINDAKİ KÜRT!
Konuyla ilgili bir diğer kanıt ise Moğolistan’ın kuzey batısında Baykal gölü ve Altay dağları civarındaki Yenisey ırmağı yakınında bulunan bir anıt Günümüzde Tannu-Tuva Özerk Muhtar Türk Cumhuriyeti içinde kalan bu alanda Kürtler tarafından bir İlhanlık veya bilinen ilk Kürt beyliğinin izleri var Rus Radloff tarafından Elegeş ırmağının doğu yakasında bulunan anıt Danimarkalı bilim adamı Thomsen tarafından okundu Elegeş yazıtları diye bilinen anıt MS 650 yılı öncesine ait Yenisey Kürtleri kendi hükümdarları için mezar anıtı olarak diktikleri tahmin ediliyor Bugünkü Türkçe ile anıtta şöyle bir yazı bulunuyor; “Ben Kürt İl-hanı Alp-Urungu’yum Altından yapılmış okluğumu bağladım belime; devletim ve milletim ben 39 yaşımda öldüm” Bu kayıt Kürtlerin bu dönemde Türkistan’da bir devlet kurduklarını dillerinin Türkçe olduğunu devlet yapısının Türk mefkûresine göre şekillendiğini gösteriyor Kürtlerin varlığını gösteren bilgiler sadece anıtla sınırlı olmadığını savunan Ömer Özüyılmaz “O çevrede çok sayıda Kürt adlı bölgelere ve Kürtlerden kalan hatıralara rastlanıldı Afganistan’daki Herat şehrinin 20 km kuzeyinde Herirud nehrinin sol sahilinde Timur devleti zamanında çok meşhur olan ‘Ulenknişin’ yaylasının batısında bir köy var Adı Kürtnişin Bu adla bir köyün varlığı buralarda halen Alp Urungun’un neslinden gelen Türk kökenli Kürt ailelerin yaşadıklarını gösteriyor Bugün Rusya sınırları içerisinde Başkurdistan adında bir özerk cumhuriyetin varlığı da çok ilginçtir Bu özerk cumhuriyetin adının günümüzde Kuzey Irak’ta oluşturulmaya çalışılan Kürdistan devleti adıyla birebir aynilik göstermektedir” diyor Yenisey Kürtlerinden yerlerinde kalanlar sonradan doğudan gelen yeni göçlerin baskısı ile batıya göç edip İrtiş ırmağı ile Tobol suyu boylarına yer yerleştiler Çarlık döneminde bunlara resmî olarak “Tara Tatarları Tobol Tatarları” ve yurtlarına da “Kürtak Heskaya Volost” denildi
KÜRTLER ASYADAN GELDİLER
Ön Asya’da İlk Kürt adının kullanılması MS 5 yüzyılda oldu Bu tarihe kadar Ortadoğu’da Kürt adına rastlanılmaması Kürtlerin Asyatik bir topluluk olduğunu göstermeye yetiyor Günümüzde Kürtler Sivas’tan Basra’ya kadar olan coğrafyada yaşayan bir halk olarak anlatılıyor Yazar Özüyılmaz Kürtlerin Hunlar içinde yer alan bir topluluk olduğunu; ancak Anadolu’ya Türklerden önce geldiklerini tezini ortaya atıyor: “Kürtler Türklerden 5 asır önce Anadolu’ya gelip yerleşmiştir Bunlar daha çok dağlarda yaşadılar Kürtler Asya’da Hunlar içinde yaşadılar Ancak Hunların ana mantalitesi Türklük üzerindedir”
1800’lü yılların ilk çeyreğine kadar yazılan tüm tarihî ve coğrafî eserlerde Doğu ve Güneydoğu için Kürt ve Kürdistan terimlerinin kullanılmadığı görülüyor İlginç olan bu tarihten sonra yazılan eserlerde Türkiye’nin doğusu ve Suriye’nin kuzeyinde yaşayan topluluklar için Kürt adının kullanılmaya başlanması Kürdistan kelimesi ilk olarak Selçuklu Sultanı Sencer tarafından dile getiriliyor Bu kavram daha sonra Akkoyunlu ve Memluklular’da devam ediyor ve Osmanlı’ya kadar geliyor Ancak Kürdistan kelimesi bugünkü coğrafyayı tarif etmek için kullanılmıyor Bu bölgede Soranların yaşadığı tahmin ediliyor Ömer Özüyılmaz Soranların Kürtlüğün özü olduğunu söylüyor
Şüphesiz aradan geçen yıllar coğrafi bölgelerde büyük değişimler meydana getiriyor Kayıtlara göre Muş’un Varto ilçesinin 1914 yılındaki nüfusu yüzde 90 Türklerden yüzde 10 da Ermenilerden oluşuyordu Günümüzde ise kendini Türk olarak ifade eden aileler yok denecek kadar az Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde çok sayıda “baba” adıyla yatırların bulunması da Kürtlerin bu coğrafya ile pek ilgisinin olmadığını gösteriyor Kitaba göre bölgede Kürt kökenli herhangi bir yatırın varlığı bilinmiyor
GURMANCLAR KÜRT DEĞİL
Ortaya çıkan bu tablo Anadolu’da Suriye’de ve Irak’ın kuzeyinde yaşayan ve kendilerini “Kürt” olarak ifade eden grupların kim olduğu sorusunu akla getiriyor Bu gruplar içerisinde Türkiye’de ve Suriye’de yaşayanlar Gurmanc (Kırmanç) olarak biliniyor Aslında Gurmanc ve Kürt toplulukları dikkatle incelendiğinde iki unsur arasındaki farklılıklar da açığa çıkıyor Türkiye’de Kürt olarak zikredilen topluluklar arasında sadece Gurmanclar yer alıyor Yazar Ömer Özüyılmaz Gurmancların Kürt oldukları tezinin yanlış ve politik olduğu görüşünde: “Kürt ve Gurmanc toplulukları birbiri ile uzak akraba fakat ayrı boylardan Kürtler İran’a 5 yüzyılda gelmişken Gurmancların Batı İran’a Irak’a ve Anadolu’ya gelişleri Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra olmuştur”
‘Gur’luğun esasen Türklüğün temel adı olduğunu ileri süren Özüyılmaz bu konuda farklı bir tartışmayı başlatıyor: “Hem tarihî vesikalarda hem de günümüzde Türkler ‘Gurlular’ olarak tanınmışlardır ‘Gurluk’ Türklerde ya ilk ya da son ad olmuştur Uygur Sugur Ogur Finogur Ongur Bulgur gibi çok sayıda Türk boyu vardır 1000 yıllarında Kıpçak Türklerine Yugur oğulları denmektir Harzemşahlar da bu zümre içerisinde yer alırken Kıpçak Kun ve Kuman adları ile anılan Türkler de ‘Gur’ şeklinde tarif edilmekteydi Kısacası Türklüğün özü ‘Gur’ kelimesidir” Özüyılmaz’a göre “Gur” kelimesinin Kürtçe (Gurmanc dili) anlamı “Kurt” demek Kurt ise Türk topluluklarının efsanevi sembolü Terör örgütü PKK’nın yayın organlarından Pine ve Azadiye Welat gazetelerinin çıkardıkları Ferhenggoka adındaki Kürtçe sözlükte “Gurmanco” kelimesi “efsanevi bir Kurt” olarak tarif ediliyor İran-Tahran ve Türkmenistan-Aşkabat arasında Hazar gölünün güneyinde Gurgan adlı bir yer adının Türkçe “kurtlar ve kurt yeri” manasına gelmesi de Gurmancların Türklüğünü ifade etdiyor Gurmanc kelimesinin Türkiye’deki kullanımlarından bazıları da Kirmanc ve Kurmanc şeklinde Kirman Farsçada kurt adam kurtlar anlamına geliyor “Gurmanc” kelimesi ise “Gur” ve akabinde aidiyet anlatan “Man” belirteci ile birleşmesinden meydana geliyor “Türk” ismine “man” eklenmesi ile oluşan “Türkmen” kelimesinin meydana geldiği gibi Gur Türklerinin adı olan “Gur” kelimesinin arkasına “Man” eklenmek suretiyle “Gurman” kelimesi oluşturulmuştur deniliyor Ömer Özüyılmaz bugün Gurmanc lehçesi ile konuşan Kürtlerin kullandığı çok sayıdaki kelimenin öz Türkçe olduğunu belirtiyor Özüyılmaz tespit ettiğine göre Kürtçede (Gurmanc dilinde) yer alan 400 kadar öz Türkçe kelimenin olmasına karşın bu kelimelerin Türkiye Türkçesinde yeralmıyor
DEMİRCİ KAVA BİR TÜRK EFSANESİ
Kitapta Nevruz üzerinden tartışılan Kürtlerin sahiplendiği “Demirci Kava” efsanesi ile Türklerin türeyiş destanı olarak bilenen “Ergenekon’dan çıkış” efsanesinin kökeni de aranıyor Kitapta olay şöyle anlatılıyor: Turan (Türkistan) ve İran topraklarının Cemşit’ten sonraki hükümdarı olan Dahhak adında zalim bir hükümdarın omuzlarında kanser hastalığı ortaya çıkar Hükümdar ülkenin tüm hekimlerini çağırarak hastalığına çare arar; fakat hekimler hükümdarı iyileştirmek isteseler de başarılı olamazlar Bir gün hekim kılığına giren şeytan Dehhak’a gelerek “Eğer genç insanlardan iki kişiyi her gün kurban edip beyinlerini yaralarına sürecek olursa iyileşeceğini” söyler Bu şekilde yapılan tedavide tesadüfî olarak ağrı dinmeye başlayınca her gün İran ve Türkistan’da iki genç yakalanarak kurban edilir Daha sonra bu işi yapmakla görevli mutfak çalışanı vicdan azabı çektiğinden her gün öldürülen iki gençten birini salıverip yerine koyun beyni götürmeye başlar Saraydan kaçan gençler ise uzaklardaki dağlara sığınarak zamanla çoğalırlar Nesilleri bu gençlerden oluşan topluluğa Kürt denilmiştir Daha sonra içlerinden demircilik yapan Kava adında bir kişi Kürtleri bu dağlardan kurtarıp Dehhak’a karşı isyan başlatır ve zalim Kralı öldürür
Bu efsane Türklerin türeyiş destanın çağrıştırıyor: Çinliler tarafından esir edilen Türkler zamanla kaçarak dağlara sığınmış ve orada çoğalarak millet haline gelirler Daha sonra bir demirci demirden dağı eritip Türkleri özgürlüğe kavuşturur Daha sonra Türkler düşmanlarını öldürerek bölgeyi ele geçirirler Ergenekon’dan çıkış zamanı bahar ayları olduğundan bu efsaneden dolayı Türk zümreleri bahar bayramı adı verilen Nevruz’da bir demirci temsili olarak demiri döverek bayramın başlangıcını yapar Akabinde günahlardan ve kirlerden temizlenmek için ateşten atlama törenleri yapılır Hem Kürt hem de Türk efsanesindeki figürler ve törenler aynı
Demirci Kava adlı kişinin aslında Türk veziri Bilge Tonyukuk olduğunu söyleyen Ömer Özüyılmaz “Şerefname’de de bu geçer Göktürk yazıtlarında Bilge Tonyukuk’un adı Gave olarak geçer Aslen Çin topraklarında yaşayan bir Türk ailenin çocuğu iken Göktürk devletinde vezirlik yapmıştır Doğu Türkistan Türklerinde Çin’den gelen ailelere ‘Gave’ denmektedir Göktürklerde ve Doğu Türkistan Türklerinde vezirlerin unvanı ‘demirci’dir Bu benzerliğin tesadüfle açıklanmasına imkân göremiyoruz Ergenekon destanında anlatılan hadise tamamen Demirci Gave efsanesi ile aynıdır” diyor Bu ve benzeri birçok Türk efsanesi Türklerin İran’a gelmelerinden sonra Fars edebiyatına geçer Firdevsi’nin yazdığı Demirci Kava efsanesi Türklerin İran’a gelmesinden sonra gerçekleşir Firdevsi de Türklerden duyduğu bu efsaneyi kaleme alır Hem demirci kava efsanesinde hem de Türklerin türeyiş destanında bir demircinin dağı erittiği ve halkı özgürlüğe kavuşturduğu ile demircinin zalim kralı öldürdüğü aynı benzerliklerle anlatılıyor Kendi içinde Gurmanclar (Kırmanç) Soran Zaza diye bölünen Kürtlerin tarihi geçmişiyle ilgili önemli bir araştırma geçtiğimiz günlerde Karakutu yayınları tarafından kitap haline getirildi Yazara göre “Kürtler” diye bir topluluk var Hunlar içinde Moğollar Tibetliler Afgan kökenliler de var Hakkâri’nin güneyi Urumiye Gölü ve Kuzey Irak’ın sağ tarafında kalan bölgenin adı olarak zikrediliyor Bunun yanında İran sınırına yakın az sayıda Kürt topluluğu da mevcut Alman Kuman Kurman Sayman Uzman Kahraman Ayman gibi isimlerde de “man” eki belirteç olarak kullanılıyor Dolayısıyla Bilge Tonyukuk’un Türkçe unvanı Demirci Gave’dir.
KAYNAK : http://www.freshmekan.com/genel-kultur/26-arastirmaci-yazar-omer-ozuyilmaz-dan-kurtler-nerden-geldi.html
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)